20 Haziran 2015 Cumartesi

Küllerinden Doğanların Hikayesi



Hasan Şaş’ın Brezilya’ya attığı gol sonrası sevinci, unutulmaz anlardan biridir. Kupa kazanıldıktan sonra Ufuk Sarıca’nın yüzüne bakın. Önünü ilikleyip, meslekteki efsanelerden biri olan Duşan Ivkoviç’in elini sıktıktan sonraki yüz ifadesine… Karşılaştırınca, Hasan Şaş’ın sevinci bile normal duruyor. “Günlerce o düdüğü oynuyorsunuz kafanızda. Bekliyorsunuz. Bitince bir şaşkınlık oluyor haliyle” diyor Ufuk Sarıca o an hissettikleri için. Yanlış. Ufuk Sarıca’nın yüz ifadesi, kurduğu hayali gerçekleştirmiş birisinin duygularının dışa vurumu. Bir hayal kurdu Sarıca, “Bizim Bir Hayalimiz Var” diye de dile getirdi bunu. Gerçekçi olmak lazım, o hayal diye bahsettiği ilk düşünce Euroleague’e gitmekti. Hayali büyüdü, kendini aştı, şampiyonlukla taçlandı. Karşıyaka semtinin tarihindeki beş şampiyonluğun üçüncüsünde de Ufuk Sarıca’nın imzası var artık. Hem de öyle tek maçta falan değil, 10 katı bütçeli takımları beş ve yedi maçlık serilerde yenerek alınmış; basketbol tarihinin en mucizevi şampiyonluk öykülerinden biri…

“Fenerbahçe’yi yendiğimiz ilk maçtan sonra bu işin şampiyonluğa gidebileceğine inandım” diyor Ufuk Sarıca. Komik bir şey duymak ister misiniz? Bambaşka bir zamanda, hocanın olmadığı bir ortamda konuşurken Bobby Dixon “Fenerbahçe’yi geçmenin zor olduğunu düşünüyordum. Ancak ilk maçı kazandığımızda onları eleyebileceğimizi ve şampiyon olabileceğimizi hissettim.” dedi. “Her zaman kazanacağımıza inancım vardı ama çok büyük takımlara karşı oynamanın kolay olmayacağını biliyordum.” Hoca ve oyuncuların arasındaki uyum, kelimelerin ötesine taşınmış. Artık aynı zamanda, aynı şeyleri düşünüyorlar.

Bobby Dixon’ın hayatı boyunca karşılaştığı en büyük zorluğun Pınar Karşıyaka’yı şampiyon yapmak olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Hayır, boyunun 1.78 olması da değil hayatındaki tek engel. Bobby’nin 18 saniyede mucize yaratıp kazandığı Efes maçından sonra “Karşıyakalı oyuncular, hayatları bu maça bağlıymış gibi oynuyorlar.” kelimeleri dökülmüştü yazıya. İşte bu cümle, Bobby için mecazi bir anlam taşımıyor. Basketbol onun hayattaki çıkış biletiydi. Kim bilir, tıpkı abisi gibi sokakta yürürken bir çete savaşının ortasında kalıp, vurularak öldürülebilirdi Bobby Dixon. Doğduğu yer, Chicago’nun yoksul aileler için yaptığı lojmanlardan biri, Cabrini–Green. Mahallede çetelerin silahlı çatışmaları o kadar sık oluyordu ki, artık haber değeri bile taşımıyordu. Bobby için mahalleden kurtuluşun iki yolu vardı, ne yazık ki önce yanlış yolu seçti. Bir çeteye dahil oldu ve lise son sınıfa geçeceği yaz, uyuşturucu satarken yakalanıp hapse girdi. “Kendimi böyle bir çıkmaza soktuğum için çok kızgındım. Kendime bir daha bu yola girmeyeceğimin sözünü verdim” diyerek, ıslahevi yöneticileri tarafından hapisteyken bir işe girmesi sağlandı. Postacıda çalışacaktı Bobby. Gece birde kalkıp, iki buçuk saatlik yolculuk sonrası sabah dörtte vardiyaya başlıyor, dağıtım için depoda postaları düzenliyor, sabah 10’da mesai bitince yeniden iki buçuk saatlik yolculukla hapse dönüyordu. Hafta sonları tatilken, hapiste arkadaşlarıyla basketbol oynuyordu. Zaten lisede takımındaydı ama burada yetenekleri bir antrenörün dikkatini çekti. O koç, 17 yaşındaki bu çocuğun bir postacıdan fazlası olabileceğine inandı. Son sınıftayken altı ayı ıslahevinde geçirdiği için, hiçbir üniversiteden burs alamadı. Kankakee Community College’da bir deneme idmanına çıkmasına izin verildi. Tıpkı Eminem’in “Lose Yourself” şarkısının başında dediği gibi, Bobby’nin bir şansı, tek bir fırsatı vardı yani. Ya postacılık kariyerinde ilerlemeye çalışacak, ya da basketbol için kendine yol açacaktı. “Deneme idmanına gittiğimde kendimi kanıtlamaya açtım. Bu fırsatın elimden kaymasına izin veremezdim” diyor Bobby. Harika bir şut performansı sonrasında Dixon takıma alındı alınmasına, ama kadro dolu olduğu için %100 burs elde edemedi. Kalan ücreti karşılayacak parası da olmadığından, yarı burslu girdiği Kankakee’de, ödemesi gereken ücreti okuldan çektiği krediyle halletti. Bobby basketbolcu olmak için büyük bir borcun altına girdi, ancak buna rağmen sezon başladığında işler iyi gitmiyordu. İlk üç maç süre bile alamamıştı. “Dördüncü maçta yedekken oyuna girdim ve 21 sayı attım. Beşinci maçta da 25. O günden sonra kariyerim boyunca oynadığım her maçta ilk beş çıktım” diye anlatıyor kalan hayatını Dixon ve ekliyor: “Bazen düşünüyorum da, şu anda bulunduğum durum inanılmaz.”

İki yıllık programı okul tarihine geçerek bitiren Bobby, küçük okullardan biri olan Troy Üniversitesi’nden burs aldı. Derslerini hiç aksatmadan harika bir öğrenci oldu, mezun olanların yoksullara yardım eden kuruluşlarda çalıştığı “Toplum Hizmetleri” bölümünü bitirerek, okul tarihinin en önemli basketbolcularından biri oldu. Mezun olduğu alanda çalışabileceği birçok yardım kuruluşu vardı, ancak kaderi basketboldaydı Dixon’ın. Hayatında ilk kez Chicago dışına çıkarak Fransa’ya gitti. Polonya, İtalya, yeniden Fransa derken, Avrupa’da oynayan sıradan bir Amerikalı olma yolunda ilerliyordu kariyeri. Sonra bir gün telefonu çaldı ve Ufuk Sarıca’yla tanıştı. Gerisini biliyorsunuz… “Koç Sarıca benim adamım. Eski bir yıldız basketbolcu olması onun halden anlamasını sağlıyor. Bizi ne zaman zorlayacağını, ne zaman rahat bırakacağını biliyor” diye anlatıyor aralarındaki ilişkiyi. Aynı anda aynı şeyi hissetmelerinden anlamalıydık!

Bobby Dixon’ın çok tersi bir geçmişten gelse de, Jon Diebler da Ufuk Sarıca’yla kuvvetli bir bağa sahip. Üniversiteden mezun olana kadar doğup büyüdüğü şehirden çıkmayan Diebler, lisede babasının antrenörlük yaptığı ikinci lig takımıyla şampiyonluklar yaşadı. Ohio eyaletinin efsane ismi LeBron James’ten bile fazla sayı attığı lise kariyerinin sonunda, Ohio State’i seçti yine. Okul tarihinin en çok üçlük atan oyuncusu oldu. Tüm yollar NBA’e çıkıyordu. Nitekim Portland Trail Blazers tarafından draft edildi, her şey yolunda görünüyordu. Fakat kolay yoldan geçmiş birisi yok Karşıyaka’nın şampiyonluğunda. Diebler tam NBA’e gidecekken lokavt oldu ve tüm hayatını etkiledi. Jon, yeni bir hayat kurmak üzereydi ve paraya ihtiyacı vardı. Üstelik lokavt yüzünden Portland’ın tesislerine girmeye bile izni yoktu. Mecburen, para kazanmak için Avrupa’ya geldi. Hayatında ilk kez Ohio dışına çıkmış birini, Yunanistan’da zor bir hayat bekliyordu. “Yeni evlenmiştim ve paraya ihtiyacım vardı. Eşimle birlikte bu kararı vermek kolay olmadı, fakat geçmişe dönüp baktığımda ‘keşke’ değil, ‘iyi ki’ diyorum hep.” Profesyonel kariyerinin ikinci senesinde Ufuk Sarıca’yla çalışmaya başladı. “Hocam Jon mu sen mi daha iyi şutörsünüz?” soruları, Türk basketbol tarihinin önemli üçlükçülerinden Ufuk Sarıca’ya övgüydü esasında. Şutörden anlıyordu Sarıca, ve Diebler’da kendini görüyordu. Topsuz oyunda iyi pozisyon alan, topu iyi takip eden, şuta her zaman hazır ve kusursuz mekaniğiyle Diebler iyi bir üçlükçüydü. –Di’li geçmiş zaman kullanmakta bir hata yok, çünkü Sarıca’yla geçirdiği üç sezon sonunda Diebler oyununa topla yaratma özelliğini de ekledi. O sadece bir üçlükçü değil artık. Şampiyonluk maçında oyundan çıkarken hocasına sarılışına dikkat edin. Birçok şey o anda gizli.

Karşıyaka’da kendini geliştiren tek oyuncu Jon Diebler değil. Kenny Gabriel’ın da gözle görülür bir gelişimi var sahada. Sene başına oranla daha net şut atıyor, ribaundlarda sadece atletizmiyle değil, pozisyon almasıyla da etkili ve tabii ki daha doğru kararlar veriyor. Çemberin üstünde oynarken sürekli gülümseyen haline aldanmayın, o da Karşıyaka’ya gelmeden büyük sıkıntılar yaşadı. Geçen yılın başında profesyonel kariyerine İsrail’de başladı. Maccabi Ashdod takımında oynuyordu. Ancak 21 Kasım 2014’te Tel-Aviv’de bir otobüse bombalı saldırı yapıldı. “O an tek düşündüğüm çocuğum ve ailemdi. Babamı arayıp eve geri dönmek istediğimi söyledim” diye hatırlıyor o günleri Kenny Gabriel. Daha sezon yeni başlamış, beş maç oynadıktan sonra eve bile yerleşmemişti. “Bir füzenin her an otelimizi vurabileceğini düşünüyordum. Normalde saldırılar genelde Tel-Aviv’in dışında oluyordu. Şehrin güvenli olduğunu görmüştüm. Ancak bu saldırı, endişelerimi artırdı ve eve döndüm” diyor o günleri hatırlarken: “İsrail’de ölmek istemiyordum.” ABD’ye döndükten sonra Yunanistan’dan teklif aldı. DJ Stephens gibi olağanüstü bir atleti yenerek smaç şampiyonu oldu. Ufuk Sarıca’nın dikkatini çekmesi, daha çok dış şutları sayesindeydi. Bir kısa forvet mekaniğine sahip Gabriel’dan, fark yaratacak oyuncu çıkardı Sarıca. Kenarda Barış Hersek’le birlikte en çok azarladığı oyuncu Kenny. Her Karşıyaka molasında Barış ve Kenny’ye “Şut at oğlum, şut at evladım. Girmese de at oğlum.” diye kızıyor Sarıca. “Dört numaradan şut tehdidi yaratmak, bizim saha içi yerleşimini sağlamamız açısından önemli. Bu yüzden Kenny ve Barış’ı hep şut atmaları için teşvik ediyorum” diyor koç.

Sarıca’nın şut atması için teşvik ettiği oyuncular Kenny ve Barış’la sınırlı değil. Sene başında bir çılgınlık yapıp ilk beş pivotu göreviyle aldığı Juan Palacios’a da aynı şeyleri söylüyor. Banvit serisinde Dragiçeviç ve Veremeenko’yu, Fenerbahçe Ülker serisinde Vesely’yi, Efes serisinde Krstiç ve Lasme’yi çemberden uzakta tuttu Palacios’un şut tehdidi. Tahmin edileceği üzere, en ilginç hikayelerden birine sahip Palacios. Basketbol haritasında yeri bile olmayan Kolombiya’da, fakir bir ailede büyüyen Juan Palacios, boyu uzun diye yıldız milli takıma alınmış. Kendinden iki yaş büyüklere karşı iyi oynadığı bir maç sonrası dikkat çekmiş. “14 yaşında Arjantin’den bir teklif almıştım. Annem ‘bu yaşta çocuk profesyonel mi olur?’ diyerek telefonu kapatmıştı. İyi bir eğitim almamı istiyordu.” diye hatırlıyor o günleri Palacios. Bir yıl sonra ABD yolunu tuttu ve kolejde Rick Pitino gibi önemli bir antrenörle çalıştı. İspanya, Fransa, Litvanya derken İzmir’e düştü yolu. Boyu kısa, ayakları çabuk bir pota altı oyuncusu Palacios. Ancak dört numarada oynamak için üç sayı tehdidini yeterli görmüyor antrenörler. Beş numara için de kısa ve güçsüz kalıyor. Sarıca onun yapamadıklarına değil, yaptıklarına konsantre oldu. Basketbol piyasası için küçük, Karşıyaka için çok büyük olan 300 bin doları ona harcarken, Palacios’u eşleşme problemi yaratacak bir pivot olarak hayal etti. Başarılı da oldu.

Ufuk hocanın riskli ama başarılı tercihlerinden konuşurken, DJ Strawberry’den bahsetmemek haksızlık olur. Lisede “LeBron James’i durduran adam” olarak ünlenen Strawberry için, üniversite büyük bir hayal kırıklığı oldu. İkinci sınıftayken diz ön çapraz bağları kopan DJ, yaklaşık bir yıllık zorlu tedavi sürecinden sonra küllerinden doğdu. Phoenix Suns tarafından draft edildi, ilk sezonu NBA’de geçirdikten sonra İtalya’ya gitti. Bologna’da sezona harika başlamıştı ki, diz sakatlığı yine karşısına çıktı. Penny Hardaway, Allan Houston, Kenyon Martin, Tracy McGrady, Chris Webber ve Amare Stoudemire gibilerin kariyerlerinin bitmesine sebep olan diz sakatlığının aynısını yaşadı Strawberry. Bir yıl tedaviyle geçti yine. Litvanya, İsrail, Hırvatistan, Fransa arasında savrulurken bir anda Sarıca çıktı karşısına. Yalnızca savunma yapan bir forvet istemiyordu Ufuk Hoca. Bobby Dixon’a yardımcı olabilecek, yüksek tempoya uyabilecek bir skor tehdidi olmasını bekledi DJ’in. İstediğini de aldı. Playoff boyunca Karşıyaka’nın fark yaratan oyuncusu DJ, tüm kritik anlarda sorumluluğu üstüne aldı ve şampiyonluk yolunda çok önemli bir yük taşıdı. Hayatı boyunca potansiyelinin altında kalmakla eleştirilen, sakatlıklar yüzünden kariyeri bitme noktasına gelen Strawberry, 30 yaşında Euroleague seviyesinde bir oyuncu olduğunu kanıtladı.

Potansiyeli açığa çıkarmak, belki kulübün yaptığı en iyi şey. Soner Şentürk, Barış Hersek, Cemal Nalga, Erkan Veyseloğlu gibi kariyerleri boyunca hep ikinci planda kalmış oyuncular; şampiyonluğun ciddi aktörleri haline geldi Karşıyaka’da. Hepsinin çocuklarına “bu takımı şampiyon yaptık” diye gururla anlatacağı hikayeleri var. İnanç Koç da, kariyeri biterken üç kupayı kaldıran takımın soyunma odası lideri olarak anılacak hep.

Karşıyaka’nın kariyerinde yeni sayfa açtığı isimler sadece basketbolcular değil. 2001 yılında istatistikçi olarak kulübe adım atan Selim Çınar, tercümanlık ve idari menajerlik görevlerinin ardından Genel Menajerliğe kadar yükseldi. O da alttan yetiştirildi. Borçları temizleyen, basketbol paralarının futbola gitmesine engel olan, 10 seneyi aşkın süredir basketbolu ayrı bir kulüp gibi yönetip sevgi ortamını oluşturan Yusuf Güven ve Mehmet Peköz gibi perde arkasında kalan yöneticiler taşıdılar bayrağı. Tamer Ustaoğlu da aldı, zirveye dikti.

Büyük sermayelerin basketbola girmesiyle, Karşıyaka adına 87’deki şampiyonluğu tekrarlamak imkansız görünüyordu. Ancak hayal kuran bir adam geldi, üç senelik bir planla o büyük sermayeleri teker teker geçerek yeniden şampiyon yaptı Karşıyaka’yı. Bilbao, Belgrad, Atina, Kaunas, Tel Aviv dendiğinde aklınıza ne geliyorsa; Karşıyaka dendiğinde Avrupa’da herkesin aklına aynı şey geliyor artık. Şehriyle, tavrıyla, oyunuyla, tribünüyle, altyapısıyla, yabancısıyla, salonuyla, yöneticisiyle, hocasıyla büyüdü Karşıyaka. İmkânsız denileni yapıp, adım adım giderek şampiyon oldu. Şampiyon takımı tutmayanlar, tuttukları takımın şampiyonluğunu kutluyor şimdi.

Karşıyaka, hayatını kazanmak için başta İstanbul olmak üzere birçok şehre/ülkeye gidenlerin memleketi. İlk yıllarda “bir gün mutlaka döneceğim” der gidenler; o ihtimalin kalmadığını görmek uzun zaman alır.  Kim bilir, Karşıyaka bile şampiyon oluyorsa, “bir gün mutlaka döneceğim” diye gidenler de yeniden inanmaya başlayabilir. Her şey bir hayalle başlamadı mı zaten?