23 Aralık 2015 Çarşamba

İlk turun ardından: Fenerbahçe



2015 yılına dair çok fazla hayal kırıklığı yok Fenerbahçe'nin. Nasıl olsun ki? Geriye dönüldüğünde Maccabi Tel-Aviv serisinin ikinci maçıyla zirve yapmış bir basketbol tarzı, deplasmandaki Olimpiakos, CSKA Moskova, Barcelona, Maccabi Tel Aviv galibiyetleri ve tarihte ilk kez Final Four'a gitmenin haklı gururu var yılın yekûnünde.

Hayal kırıkları nadir. Listenin başında Real Madrid'e kaybedilen o Final Four ilk maçı var. Andres Nocioni'nin Euroleague MVP'si Nemanja Bjelica'yı sertlikle oyundan düşürmesi, tüm sezon birlikte hareket ederek dörtlü finale yükselen takımın bireysel çözümleri deneyerek darmadağın olması, Pablo Laso'nun ufak bir değişiklikle sahada Zeljko Obradoviç'in takımına büyük bir oyun farkı yaratması, tüm kulübün o fırsatı tekrar elde edebilmek için bilenmesi sonucunu doğurdu. Fenerbahçe'de herkes, Game of Thrones dizisindeki Arya Stark karakteri gibi her gece uyumadan tüm düşmanların adını sayıklar oldu: Andres... Pablo... Sergio... Rudy... KC... Felipe...

O maç, Obradoviç'in de takıma yaklaşımını tamamen değiştiren bir karşılaşmaydı. Geçen sezon saf yeteneklerin bir arada hareket etmesi üzerine kurulu Fenerbahçe, bu yaz yaptığı her hamleyle kavgaya hazır bir takım görüntüsüne büründü. 2014/15 Fenerbahçesi senkronize yüzme takımıysa, 2015/16 Fenerbahçesi daha çok bir boks takımını andırıyor bu yüzden. Kazanmanın tek bir yolu yok, olimpiyat oyunlarında ikisine de birer madalya yazıyor neticede.

Obradoviç, Bjelica ve Andrew Goudelock ikilisiyle zorunlu vedaların ardından bir karar verdi. Euroleague'deki yetenekli oyuncu havuzu gün geçtikçe daralırken Real Madrid ve CSKA Moskova gibi takımlar büyük yaralar almadığı için; Fenerbahçe başka bir şey yapmaya karar verdi. Obradoviç artık oyun yapan değil, oyun bozan bir takım kuracaktı.

Nitekim transfer döneminde takıma katılan oyuncuların birbirinden farklı onlarca özellikleri olmasına rağmen, ortak tek bir yanları var. Hemen hemen hepsi inatçı ve kavgada geri adım atmayacak karakterler. Belki Bobby Dixon, Kostas Sloukas, Pero Antiç, Gigi Datome, Barış Hersek iyi savunmacı değiller. Ancak onları yenmek için öldürmek zorundasınız. Nikola Kaliniç gibi bir savaşçı, Ekpe Udoh gibi harika bir çember savunucu da bu karakteri kaliteli savunmalarıyla birleştirebilen isimler.

Bu karakterde oyuncular alınca, basketbol tarzında tamamen bir değişikliğe gitti Fenerbahçe. Geçen sezonki erken hücum etme üzerine kurulu, hücumu “yaratıcı” görevi verilen oyuncular üzerinden başlatan, delicileriyle başlayan ataklarda sahaya iyi yerleşip pas trafiğiyle baş döndüren takım yok artık. 2016 Fenerbahçe'sinin gerçekleri bambaşka. Kısacası yeni Fenerbahçe kadrosu, Obradoviç'in herkese meydan okumasının ürünü. “En öldürücü zehrinizi getirin, ben ona da bir bir panzehir üreteceğim” diyor Sırp koç bu sezon.

Neredeyse hiçbir yaratıcısı bire birde etkili olmayan Fenerbahçe'de hücumdaki en büyük yaratıcı, Obradoviç'in “elindeki savaşçılara sayı attırabilme” yeteneği. Hakikaten öyle düzenleri var ki Fenerbahçe'nin; 33 yaşındaki Antiç iyi bir üçlükçüymüş gibi, Kaliniç nefis bir sırtı dönük hücum silahıymış gibi, Jan Vesely'nin şut zaafiyeti yokmuş gibi görünüyor. Nasıl mı? Antiç, çoğunluğunu en iyi üçlük attığı sağ köşeden bulduğu şutlar sayesinde kariyerinin en iyi üçlük yüzdesini yakaladı. (Bu yazı yazıldığında Antiç sezon boyunca denediği 56 üçlüğünün 17'sini sağ dipten kullanmış, bulduğu 23 isabetin de sekizini bu bölgeden bulmuştu.) Kaliniç, zaman zaman oyun kurucuyu destekleyen kısa rolünde kullanılarak büyük bir fizik avantajına sahip oldu. Çoğunluğu sol blokta topla buluştuğu anlarda, takım arkadaşlarına sırtı dönük oyundan pozisyon yarattı. Vesely, topsuz oyunda çemberden uzak kaldığında potaya yaptığı koşularla durdurulması zor bir adam haline geldi. Kısacası Obradoviç, her oyuncunun üzerinde titizlikle çalışarak, onların yapabildiklerini yansıtabileceği bir düzen kurdu hücumda.

Bunu yaparken geçen yıla göre önemli değişiklikler de yaptı Sırp koç. Öncelikle erken hücum çok azaldı Fenerbahçe'de. Temel sebep, topla yaratacak oyuncunun azlığı ve top kayıplarından rakibe verilecek kolay sayıları azaltmayı amaçlamak. Netice, Fenerbahçe'nin bir yarı saha hücumu takımına dönüşmesi oldu. Bunda da oyun kurucuların üstündeki yük çok arttı. Fenerbahçe, geçen yılın aksine, perdelemeler üzerinden kurguladığı oyunları artık topsuz bitiricileriyle oynuyor. Açmak gerekirse, Goudelock ya da Bjelica'nın perdeleme sonrası kullandığı şutlar ya da penetreleri artık yok Fenerbahçe'de. Dönem Vesely, Kaliniç ve Udoh gibi emekçilerin topsuz çember koşuları, uzunların kısa devrilme sonrasında verdiği paslar veya alley-oop'ların dönemi. Perdelemeyi kendisi için kullanan belki de tek isim, şutuyla yaşayan Dixon. Sloukas ve Bogdan Bogdanoviç'in de o özgürlükleri var, fakat ikisi de Dixon'a oranla daha imtinalı davranıyorlar.

Buradaki temel tehdit, hücumda gerçek bir delicinin olmaması. “Fenerbahçe çembere nasıl yaklaşır?” Sorusunun cevapları belli.

1- Yaptıkları perdelemeler sonrası Vesely ve Udoh'u devirerek.
2- Eşleşme avantajı yarattıktan sonra Kaliniç, Antic ve Udoh'tan sırtı dönük oyun kurgulayarak.
3- Vesely, Kaliniç, Bogdanoviç'le topsuz koşular yaparak.

Bu soruya dördüncü bir cevap daha eklemesi gerekiyor Fenerbahçe'nin: “Topla çembere giderek.” Transfere gerek duymadan, o cevabı kadro içinde verebilecek tek kişi, Ricky Hickman. Amerikalı oyuncunun cevap verebileceği başka bir soru da defansta, fakat ondan savunma kısmında bahsetmekte fayda var.

Hücum için Fenerbahçe'nin aleyhindeki bir diğer tehdit, Vesely ve Udoh'u yan yana oynatmak. Her ne kadar hücumun temelini hareketlilik üzerine dayandırsa da, saha içi yerleşimini şut tehdidi olmayan iki oyuncuyla yapmaya çalışmak hem Obradoviç'i çok yoracak, hem de rakiplerin önlem almasını kolaylaştıracak bir durum. Bu yüzden dördüncü şutörü, yani uzun forvet pozisyonundaki nişancıyı arıyor Fenerbahçe. Transfere gerek duymadan, o cevabı kadro içinde verebilecek tek kişi de Gigi Datome. Ancak o da “kısaların skor üretemeyişini” telafi etmekle meşgul şu sıralar. İş yine dönüp dolaşıp Hickman'ın dönüşüne kalıyor. Hickman, Datome'nin şimdi yaptığı işi yapınca, Gigi diğer tehdidi ortadan kaldırmak için Avrupa'da bulabileceğiniz en iyilerden birisi. Belki de en iyisi.

İşin savunma kısmında da farklı bir şey deniyor Fenerbahçe. Obradoviç, takımının çoğunluğunun kötü bireysel savunmacılardan oluşmasını, atletizm avantajını kullanarak gizlemeyi tercih ediyor. Fenerbahçe topu kısalarıyla karşılayamadığı için savunmayı çembere daha yakın kurgulayıp, boyalı alanı korumak düsturuyla hareket ediyor. Ancak perdeleme sonrası bu kural da ortadan kalkıyor, çünkü topa baskı yapan ya da perdelemeye takılmayan guardı yok Fenerbahçe'nin. Bu da çoğunlukla Udoh ve Vesely'nin rakibe karşı ikiye bir kalmalarına ve çemberden uzaklaşmalarına sebep oluyor. Fenerbahçe'nin savunmada olduğu anlarda bu ikilinin her yere yetişmek için sürekli hareket halinde olmasının sebebi bu.

Vesely ve Udoh'un her yere yetiştiği maç sayısı hiç de az değil. Euroleague ilk turu ve ligdeki 11 maçta bunu çoğu zaman yaparak, Fenerbahçe'nin savunmasını iyi gösterdiler. Fakat her güzelin bir kusuru olduğu gibi, bu güzel stratejinin de iki büyük riski var ve sarı-lacivertlilerin kaybettiği maçlarda o riskler çok öne çıktı:

1- Vesely ve Udoh'un her yere yetişme kaygısı, hücumda iyi yerleşip iyi pas yapan rakiplere karşı Fenerbahçe'nin çok fazla boş üçlük vermesine sebep oldu. (Fenerbahçe'nin bu sezon 10 ve daha fazla üçlük yiyip kazandığı iki maç Banvit ve Karşıyaka. Aynı şartlarda kaybedilen maçlar: Büyükçekmece, Konya ve Strasbourg.)
2- Yine Vesely ve Udoh'un öncelikle toplu oyuncuyu kontrol etme düşüncesi, devrilen uzunlardan çok sayı yemesine sebep oldu Fenerbahçe'nin.

Bu iki tehdidi düzeltmenin birinci yolu, topa daha iyi baskı yapabilmek. Transfere gerek duymadan, kadro içinde bu görevi üstlenebilecek tek kişi, tahmin edildiği üzere, yine Ricky Hickman.

Obradoviç'in takımın kilit parçası Hickman'ı rotasyona monte edip, muhtemel tehditleri ortadan kaldırması için TOP 16'da nispeten kolay gruba düşmek büyük bir avantaj. Yine de F Grubu'nun “ölüm grubu” olması, E Grubu'nda ev sahibi avantajını elde etmeyi elzem hale getirdi. TOP 16'da ilk ikide yer almak, hiçbir sezon bu yılki kadar önemli olmamıştı. “Obradoviç'in yeni Fenerbahçe'si” için sezon yeni başlıyor. Bu sefer işi, geçen yıldan çok daha zor.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Küllerinden Doğanların Hikayesi



Hasan Şaş’ın Brezilya’ya attığı gol sonrası sevinci, unutulmaz anlardan biridir. Kupa kazanıldıktan sonra Ufuk Sarıca’nın yüzüne bakın. Önünü ilikleyip, meslekteki efsanelerden biri olan Duşan Ivkoviç’in elini sıktıktan sonraki yüz ifadesine… Karşılaştırınca, Hasan Şaş’ın sevinci bile normal duruyor. “Günlerce o düdüğü oynuyorsunuz kafanızda. Bekliyorsunuz. Bitince bir şaşkınlık oluyor haliyle” diyor Ufuk Sarıca o an hissettikleri için. Yanlış. Ufuk Sarıca’nın yüz ifadesi, kurduğu hayali gerçekleştirmiş birisinin duygularının dışa vurumu. Bir hayal kurdu Sarıca, “Bizim Bir Hayalimiz Var” diye de dile getirdi bunu. Gerçekçi olmak lazım, o hayal diye bahsettiği ilk düşünce Euroleague’e gitmekti. Hayali büyüdü, kendini aştı, şampiyonlukla taçlandı. Karşıyaka semtinin tarihindeki beş şampiyonluğun üçüncüsünde de Ufuk Sarıca’nın imzası var artık. Hem de öyle tek maçta falan değil, 10 katı bütçeli takımları beş ve yedi maçlık serilerde yenerek alınmış; basketbol tarihinin en mucizevi şampiyonluk öykülerinden biri…

“Fenerbahçe’yi yendiğimiz ilk maçtan sonra bu işin şampiyonluğa gidebileceğine inandım” diyor Ufuk Sarıca. Komik bir şey duymak ister misiniz? Bambaşka bir zamanda, hocanın olmadığı bir ortamda konuşurken Bobby Dixon “Fenerbahçe’yi geçmenin zor olduğunu düşünüyordum. Ancak ilk maçı kazandığımızda onları eleyebileceğimizi ve şampiyon olabileceğimizi hissettim.” dedi. “Her zaman kazanacağımıza inancım vardı ama çok büyük takımlara karşı oynamanın kolay olmayacağını biliyordum.” Hoca ve oyuncuların arasındaki uyum, kelimelerin ötesine taşınmış. Artık aynı zamanda, aynı şeyleri düşünüyorlar.

Bobby Dixon’ın hayatı boyunca karşılaştığı en büyük zorluğun Pınar Karşıyaka’yı şampiyon yapmak olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Hayır, boyunun 1.78 olması da değil hayatındaki tek engel. Bobby’nin 18 saniyede mucize yaratıp kazandığı Efes maçından sonra “Karşıyakalı oyuncular, hayatları bu maça bağlıymış gibi oynuyorlar.” kelimeleri dökülmüştü yazıya. İşte bu cümle, Bobby için mecazi bir anlam taşımıyor. Basketbol onun hayattaki çıkış biletiydi. Kim bilir, tıpkı abisi gibi sokakta yürürken bir çete savaşının ortasında kalıp, vurularak öldürülebilirdi Bobby Dixon. Doğduğu yer, Chicago’nun yoksul aileler için yaptığı lojmanlardan biri, Cabrini–Green. Mahallede çetelerin silahlı çatışmaları o kadar sık oluyordu ki, artık haber değeri bile taşımıyordu. Bobby için mahalleden kurtuluşun iki yolu vardı, ne yazık ki önce yanlış yolu seçti. Bir çeteye dahil oldu ve lise son sınıfa geçeceği yaz, uyuşturucu satarken yakalanıp hapse girdi. “Kendimi böyle bir çıkmaza soktuğum için çok kızgındım. Kendime bir daha bu yola girmeyeceğimin sözünü verdim” diyerek, ıslahevi yöneticileri tarafından hapisteyken bir işe girmesi sağlandı. Postacıda çalışacaktı Bobby. Gece birde kalkıp, iki buçuk saatlik yolculuk sonrası sabah dörtte vardiyaya başlıyor, dağıtım için depoda postaları düzenliyor, sabah 10’da mesai bitince yeniden iki buçuk saatlik yolculukla hapse dönüyordu. Hafta sonları tatilken, hapiste arkadaşlarıyla basketbol oynuyordu. Zaten lisede takımındaydı ama burada yetenekleri bir antrenörün dikkatini çekti. O koç, 17 yaşındaki bu çocuğun bir postacıdan fazlası olabileceğine inandı. Son sınıftayken altı ayı ıslahevinde geçirdiği için, hiçbir üniversiteden burs alamadı. Kankakee Community College’da bir deneme idmanına çıkmasına izin verildi. Tıpkı Eminem’in “Lose Yourself” şarkısının başında dediği gibi, Bobby’nin bir şansı, tek bir fırsatı vardı yani. Ya postacılık kariyerinde ilerlemeye çalışacak, ya da basketbol için kendine yol açacaktı. “Deneme idmanına gittiğimde kendimi kanıtlamaya açtım. Bu fırsatın elimden kaymasına izin veremezdim” diyor Bobby. Harika bir şut performansı sonrasında Dixon takıma alındı alınmasına, ama kadro dolu olduğu için %100 burs elde edemedi. Kalan ücreti karşılayacak parası da olmadığından, yarı burslu girdiği Kankakee’de, ödemesi gereken ücreti okuldan çektiği krediyle halletti. Bobby basketbolcu olmak için büyük bir borcun altına girdi, ancak buna rağmen sezon başladığında işler iyi gitmiyordu. İlk üç maç süre bile alamamıştı. “Dördüncü maçta yedekken oyuna girdim ve 21 sayı attım. Beşinci maçta da 25. O günden sonra kariyerim boyunca oynadığım her maçta ilk beş çıktım” diye anlatıyor kalan hayatını Dixon ve ekliyor: “Bazen düşünüyorum da, şu anda bulunduğum durum inanılmaz.”

İki yıllık programı okul tarihine geçerek bitiren Bobby, küçük okullardan biri olan Troy Üniversitesi’nden burs aldı. Derslerini hiç aksatmadan harika bir öğrenci oldu, mezun olanların yoksullara yardım eden kuruluşlarda çalıştığı “Toplum Hizmetleri” bölümünü bitirerek, okul tarihinin en önemli basketbolcularından biri oldu. Mezun olduğu alanda çalışabileceği birçok yardım kuruluşu vardı, ancak kaderi basketboldaydı Dixon’ın. Hayatında ilk kez Chicago dışına çıkarak Fransa’ya gitti. Polonya, İtalya, yeniden Fransa derken, Avrupa’da oynayan sıradan bir Amerikalı olma yolunda ilerliyordu kariyeri. Sonra bir gün telefonu çaldı ve Ufuk Sarıca’yla tanıştı. Gerisini biliyorsunuz… “Koç Sarıca benim adamım. Eski bir yıldız basketbolcu olması onun halden anlamasını sağlıyor. Bizi ne zaman zorlayacağını, ne zaman rahat bırakacağını biliyor” diye anlatıyor aralarındaki ilişkiyi. Aynı anda aynı şeyi hissetmelerinden anlamalıydık!

Bobby Dixon’ın çok tersi bir geçmişten gelse de, Jon Diebler da Ufuk Sarıca’yla kuvvetli bir bağa sahip. Üniversiteden mezun olana kadar doğup büyüdüğü şehirden çıkmayan Diebler, lisede babasının antrenörlük yaptığı ikinci lig takımıyla şampiyonluklar yaşadı. Ohio eyaletinin efsane ismi LeBron James’ten bile fazla sayı attığı lise kariyerinin sonunda, Ohio State’i seçti yine. Okul tarihinin en çok üçlük atan oyuncusu oldu. Tüm yollar NBA’e çıkıyordu. Nitekim Portland Trail Blazers tarafından draft edildi, her şey yolunda görünüyordu. Fakat kolay yoldan geçmiş birisi yok Karşıyaka’nın şampiyonluğunda. Diebler tam NBA’e gidecekken lokavt oldu ve tüm hayatını etkiledi. Jon, yeni bir hayat kurmak üzereydi ve paraya ihtiyacı vardı. Üstelik lokavt yüzünden Portland’ın tesislerine girmeye bile izni yoktu. Mecburen, para kazanmak için Avrupa’ya geldi. Hayatında ilk kez Ohio dışına çıkmış birini, Yunanistan’da zor bir hayat bekliyordu. “Yeni evlenmiştim ve paraya ihtiyacım vardı. Eşimle birlikte bu kararı vermek kolay olmadı, fakat geçmişe dönüp baktığımda ‘keşke’ değil, ‘iyi ki’ diyorum hep.” Profesyonel kariyerinin ikinci senesinde Ufuk Sarıca’yla çalışmaya başladı. “Hocam Jon mu sen mi daha iyi şutörsünüz?” soruları, Türk basketbol tarihinin önemli üçlükçülerinden Ufuk Sarıca’ya övgüydü esasında. Şutörden anlıyordu Sarıca, ve Diebler’da kendini görüyordu. Topsuz oyunda iyi pozisyon alan, topu iyi takip eden, şuta her zaman hazır ve kusursuz mekaniğiyle Diebler iyi bir üçlükçüydü. –Di’li geçmiş zaman kullanmakta bir hata yok, çünkü Sarıca’yla geçirdiği üç sezon sonunda Diebler oyununa topla yaratma özelliğini de ekledi. O sadece bir üçlükçü değil artık. Şampiyonluk maçında oyundan çıkarken hocasına sarılışına dikkat edin. Birçok şey o anda gizli.

Karşıyaka’da kendini geliştiren tek oyuncu Jon Diebler değil. Kenny Gabriel’ın da gözle görülür bir gelişimi var sahada. Sene başına oranla daha net şut atıyor, ribaundlarda sadece atletizmiyle değil, pozisyon almasıyla da etkili ve tabii ki daha doğru kararlar veriyor. Çemberin üstünde oynarken sürekli gülümseyen haline aldanmayın, o da Karşıyaka’ya gelmeden büyük sıkıntılar yaşadı. Geçen yılın başında profesyonel kariyerine İsrail’de başladı. Maccabi Ashdod takımında oynuyordu. Ancak 21 Kasım 2014’te Tel-Aviv’de bir otobüse bombalı saldırı yapıldı. “O an tek düşündüğüm çocuğum ve ailemdi. Babamı arayıp eve geri dönmek istediğimi söyledim” diye hatırlıyor o günleri Kenny Gabriel. Daha sezon yeni başlamış, beş maç oynadıktan sonra eve bile yerleşmemişti. “Bir füzenin her an otelimizi vurabileceğini düşünüyordum. Normalde saldırılar genelde Tel-Aviv’in dışında oluyordu. Şehrin güvenli olduğunu görmüştüm. Ancak bu saldırı, endişelerimi artırdı ve eve döndüm” diyor o günleri hatırlarken: “İsrail’de ölmek istemiyordum.” ABD’ye döndükten sonra Yunanistan’dan teklif aldı. DJ Stephens gibi olağanüstü bir atleti yenerek smaç şampiyonu oldu. Ufuk Sarıca’nın dikkatini çekmesi, daha çok dış şutları sayesindeydi. Bir kısa forvet mekaniğine sahip Gabriel’dan, fark yaratacak oyuncu çıkardı Sarıca. Kenarda Barış Hersek’le birlikte en çok azarladığı oyuncu Kenny. Her Karşıyaka molasında Barış ve Kenny’ye “Şut at oğlum, şut at evladım. Girmese de at oğlum.” diye kızıyor Sarıca. “Dört numaradan şut tehdidi yaratmak, bizim saha içi yerleşimini sağlamamız açısından önemli. Bu yüzden Kenny ve Barış’ı hep şut atmaları için teşvik ediyorum” diyor koç.

Sarıca’nın şut atması için teşvik ettiği oyuncular Kenny ve Barış’la sınırlı değil. Sene başında bir çılgınlık yapıp ilk beş pivotu göreviyle aldığı Juan Palacios’a da aynı şeyleri söylüyor. Banvit serisinde Dragiçeviç ve Veremeenko’yu, Fenerbahçe Ülker serisinde Vesely’yi, Efes serisinde Krstiç ve Lasme’yi çemberden uzakta tuttu Palacios’un şut tehdidi. Tahmin edileceği üzere, en ilginç hikayelerden birine sahip Palacios. Basketbol haritasında yeri bile olmayan Kolombiya’da, fakir bir ailede büyüyen Juan Palacios, boyu uzun diye yıldız milli takıma alınmış. Kendinden iki yaş büyüklere karşı iyi oynadığı bir maç sonrası dikkat çekmiş. “14 yaşında Arjantin’den bir teklif almıştım. Annem ‘bu yaşta çocuk profesyonel mi olur?’ diyerek telefonu kapatmıştı. İyi bir eğitim almamı istiyordu.” diye hatırlıyor o günleri Palacios. Bir yıl sonra ABD yolunu tuttu ve kolejde Rick Pitino gibi önemli bir antrenörle çalıştı. İspanya, Fransa, Litvanya derken İzmir’e düştü yolu. Boyu kısa, ayakları çabuk bir pota altı oyuncusu Palacios. Ancak dört numarada oynamak için üç sayı tehdidini yeterli görmüyor antrenörler. Beş numara için de kısa ve güçsüz kalıyor. Sarıca onun yapamadıklarına değil, yaptıklarına konsantre oldu. Basketbol piyasası için küçük, Karşıyaka için çok büyük olan 300 bin doları ona harcarken, Palacios’u eşleşme problemi yaratacak bir pivot olarak hayal etti. Başarılı da oldu.

Ufuk hocanın riskli ama başarılı tercihlerinden konuşurken, DJ Strawberry’den bahsetmemek haksızlık olur. Lisede “LeBron James’i durduran adam” olarak ünlenen Strawberry için, üniversite büyük bir hayal kırıklığı oldu. İkinci sınıftayken diz ön çapraz bağları kopan DJ, yaklaşık bir yıllık zorlu tedavi sürecinden sonra küllerinden doğdu. Phoenix Suns tarafından draft edildi, ilk sezonu NBA’de geçirdikten sonra İtalya’ya gitti. Bologna’da sezona harika başlamıştı ki, diz sakatlığı yine karşısına çıktı. Penny Hardaway, Allan Houston, Kenyon Martin, Tracy McGrady, Chris Webber ve Amare Stoudemire gibilerin kariyerlerinin bitmesine sebep olan diz sakatlığının aynısını yaşadı Strawberry. Bir yıl tedaviyle geçti yine. Litvanya, İsrail, Hırvatistan, Fransa arasında savrulurken bir anda Sarıca çıktı karşısına. Yalnızca savunma yapan bir forvet istemiyordu Ufuk Hoca. Bobby Dixon’a yardımcı olabilecek, yüksek tempoya uyabilecek bir skor tehdidi olmasını bekledi DJ’in. İstediğini de aldı. Playoff boyunca Karşıyaka’nın fark yaratan oyuncusu DJ, tüm kritik anlarda sorumluluğu üstüne aldı ve şampiyonluk yolunda çok önemli bir yük taşıdı. Hayatı boyunca potansiyelinin altında kalmakla eleştirilen, sakatlıklar yüzünden kariyeri bitme noktasına gelen Strawberry, 30 yaşında Euroleague seviyesinde bir oyuncu olduğunu kanıtladı.

Potansiyeli açığa çıkarmak, belki kulübün yaptığı en iyi şey. Soner Şentürk, Barış Hersek, Cemal Nalga, Erkan Veyseloğlu gibi kariyerleri boyunca hep ikinci planda kalmış oyuncular; şampiyonluğun ciddi aktörleri haline geldi Karşıyaka’da. Hepsinin çocuklarına “bu takımı şampiyon yaptık” diye gururla anlatacağı hikayeleri var. İnanç Koç da, kariyeri biterken üç kupayı kaldıran takımın soyunma odası lideri olarak anılacak hep.

Karşıyaka’nın kariyerinde yeni sayfa açtığı isimler sadece basketbolcular değil. 2001 yılında istatistikçi olarak kulübe adım atan Selim Çınar, tercümanlık ve idari menajerlik görevlerinin ardından Genel Menajerliğe kadar yükseldi. O da alttan yetiştirildi. Borçları temizleyen, basketbol paralarının futbola gitmesine engel olan, 10 seneyi aşkın süredir basketbolu ayrı bir kulüp gibi yönetip sevgi ortamını oluşturan Yusuf Güven ve Mehmet Peköz gibi perde arkasında kalan yöneticiler taşıdılar bayrağı. Tamer Ustaoğlu da aldı, zirveye dikti.

Büyük sermayelerin basketbola girmesiyle, Karşıyaka adına 87’deki şampiyonluğu tekrarlamak imkansız görünüyordu. Ancak hayal kuran bir adam geldi, üç senelik bir planla o büyük sermayeleri teker teker geçerek yeniden şampiyon yaptı Karşıyaka’yı. Bilbao, Belgrad, Atina, Kaunas, Tel Aviv dendiğinde aklınıza ne geliyorsa; Karşıyaka dendiğinde Avrupa’da herkesin aklına aynı şey geliyor artık. Şehriyle, tavrıyla, oyunuyla, tribünüyle, altyapısıyla, yabancısıyla, salonuyla, yöneticisiyle, hocasıyla büyüdü Karşıyaka. İmkânsız denileni yapıp, adım adım giderek şampiyon oldu. Şampiyon takımı tutmayanlar, tuttukları takımın şampiyonluğunu kutluyor şimdi.

Karşıyaka, hayatını kazanmak için başta İstanbul olmak üzere birçok şehre/ülkeye gidenlerin memleketi. İlk yıllarda “bir gün mutlaka döneceğim” der gidenler; o ihtimalin kalmadığını görmek uzun zaman alır.  Kim bilir, Karşıyaka bile şampiyon oluyorsa, “bir gün mutlaka döneceğim” diye gidenler de yeniden inanmaya başlayabilir. Her şey bir hayalle başlamadı mı zaten?