29 Mart 2016 Salı

Rakip raporu: Gran Canaria



Gran Canaria, 2000’li yıllara kadar Avrupa basketbolunda yeri olmayan bir takımdı. 2001 yılında Koraç Kupası’yla çıktıkları Avrupa sahnesinde, 10. Eurocup sezonunu geçiriyorlar. Geçen yıl takımını finale çıkaran koç Aito Garcia Reneses, Eurocup’ta “yılın antrenörü” ödülünü almış, Walter Tavares de kupanın en iyi beşine seçilmişti. Buna rağmen Gran Canaria’nın bir kazanma kültürü yok ve ikinci lig şampiyonluğu haricinde tarihlerinde hiç kupa bulunmuyor. Oyuncu yetiştirmesiyle ünlü Kanarya Adaları kulübü; geçmişinde Joel Freeland, Walter Tavares, Nik Caner-Medley, James Augustine, Jaycee Carroll gibi oyuncuları yetiştirip geliştirmesiyle tanınıyor.

SEZON NOTLARI
En farklı galibiyet: Hapoel Jerusalem, 108-61
En farklı mağlubiyet: Alba Berlin, 71-84
Eurocup derecesi: 15G – 5M
İspanya Ligi derecesi: 16G – 9M
Sıcak istatistik: 97.35. Gran Canaria, bu sezon Eurocup’ta maç başına en çok verimlilik puanı üreten ikinci takım. (NOT: Galatasaray Odeabank, 97.05’le üçüncü)
Soğuk istatistik: İç sahada 87.9 olan sayı ortalamaları, deplasmanda 82.6’ya düşüyor. (NOT: Galatasaray Odeabank, 88.4 sayıyla Eurocup’ta iç sahada en skorer ikinci takım.)
Kulüp tarihi: Son Eurocup ve Copa Del Rey finalisti, 2013 ACB Yarı Finali.
Antrenör kariyeri: Aito Garcia Reneses. 1986 Kupa Galipleri Kupası şampiyonluğu, 1987 ve 1999 Koraç Kupası şampiyonluğu (Barcelona), 2006 FIBA EuroCup şampiyonluğu, 2008 ULEB Cup şampiyonluğu (Joventut)

KADRO
C, Alen Omiç (13.8s – 7.7r - 1.5a - %64 ikilik)
G, Kevin Pangos (12.2s - 1.5r - 5.1a - %53 üçlük)
F, Sasu Salin (11.9s - 2.9r - 1.1a)
F, Brad Newley (8.7s - 2.8r - 1.3a)
F, Eulis Baez (7.0s - 4.0r - 2.0a)
G, Albert Oliver (5.5s - 2.0r - 4.4a)
F, Pablo Aguilar (7.8s - 4.6r - 1.4a)
G, DJ Seeley (11.0s - 1.4r - 1.2a - %48 üçlük)
F, Xavi Rabaseda (5.6s - 1.7r - 1.3a)
C, Sitapha Savane (3.4s - 2.8r)
F, Oriol Pauli (3.1s - 2.1r - 1.3a)
C, Andzejs Pasecniks (3.8s - 1.7r - %74 ikilik)

En güçlü yönü
Hız. Gran Canaria, Avrupa basketbolunda hızlı oyunu temel silah haline getirmiş en önemli takımlardan birisi. İspanyol ekibini diğer hızlı takımlardan ayıran büyük fark, hız içinde kontrolü kaybetmemeleri. Bunun üç önemli sebebi var: Birincisi, tempoyu oyun kurucularıyla yönlendiriyorlar. İkincisi, hücum çeşitliliğini sağlayabiliyorlar. Üçüncüsü, maç içinde ters eşleşmeleri ya da rakibi aldatmacayı kovalamak yerine kendi oyunlarına konsantre oluyorlar. Aito Garcia Reneses’in takımı, sırtı dönük oyunu pivotlardan, yaratıcılığı oyun kuruculardan, şutları forvetlerden alıyor. Her şeyi geleneksel usule uygun, fakat çok daha hızlı yapıyorlar.

En zayıf yönü
Oyun planındaki alternatifsizlik. Gran Canaria kendi basketboluna konsantre olmuş, uygulamaya çalıştığı oyun planını yansıtmak için pes etmeden mücadele eden bir takım. Ancak takımın A Planı’nı uygulayamadığı maçlarda alternatif üretmesi çok zor. Canaria istediği açık alanı bulamayıp, koşamazsa; en başta üç sayı yüzdesi etkileniyor. Üstelik takımın havaya girmesi için üçlükler çok önem taşıyor. O üçlükler düşük yüzdeyle geldiğinde, sorunlar başlıyor. Gran Canaria, Eurocup’ta kazandığı maçlarda %41’le üçlük atarken; kaybettiği maçlarda üç sayılık isabet oranı %31’de kalıyor. Kısacası yavaş nasıl oynanır, bilmiyorlar.

En iyi oyuncusu
Albert Oliver. Gran Canaria’yı birkaç kez izlemiş herhangi bir basketbolsever, iki ay sonra 38. doğum gününü kutlayan bu adamın öneminin istatistiklerin çok üzerinde olduğunu görebilir. Kariyeri boyunca İspanya’dan dışarı çıkmamış, 600’ün üzerinde profesyonel maça çıkmasına karşın tek bir Euroleague karşılaşmasında bile parkede yer almamış Albert Oliver, Gran Canaria’nın beyni. Çoğunlukla deplasman maçlarında ilk beş çıkan, iç sahada kenardan gelen Oliver; coşkuyla oynayan Canaria’nın kontrolünü elinde tutan isim. Çeşitli bitiricileriyle öne çıkan takımın, Pangos’la birlikte iki ana yaratıcısından biri. Kısa sürede yaptığı asistler bunun en büyük kanıtı. Oliver, 40 dakikaya vurulduğunda yaptığı 9.4 asistle Eurocup asist krallığında üçüncü sırada.

X Faktörü
Sasu Salin. Basketbolseverlerin Finlandiya Milli Takımı ve Union Olimpija’dan tanıdığı Salin, 24 yaşına gelene kadar yaptığı her şeyi yapıp; yapmadığı hiçbir şeyi yapmıyor. Bu yüzden uzun süredir kendisini izlemeyenleri şaşırtma ihtimali yok. Salin bulduğu her boşlukta koşan, üçlük denemekten imtina etmeyen, enerjisiyle topa baskı yapan, hücum ribaundu kovalayan, topsuz oyunda sürekli hareket halinde olan, yaratıcılık özelliği olmayan, kavgacı bir forvet. Canaria’nın kazandığı ve kaybettiği maçlar arasındaki en büyük fark, Salin’in oyunu. İspanyol ekibinin lig ve Eurocup’ta oynadığı 45 resmi maçın tamamında oynayan Salin, kazanılan 31 maçta %42 üçlük isabetiyle 11.5 sayı atarken; kaybedilen 14 maçta %18 üçlük isabetiyle 6.3 sayıda kaldı.

Hücumda ne yaparlar?
Gran Canaria, hücumda topu iki oyun kurucusu, Kevin Pangos ve Albert Oliver’a teslim eden; sürekli yüksek tempoyu kovalayan, üst düzey yardımlaşmaları sayesinde iyi saha içi yerleşimi ve iyi top paylaşımıyla sonuca giden bir takım. Hücumda çok yönlü bir oyuncuyu kadrolarında barındırmamalarını, Reneses’in sistemiyle avantaja çevirebilmişler. Canaria kadrosundaki oyuncular “bir işi yap ama iyi yap” felsefesi doğrultusunda verimli olabilen isimler. Kadroda birbirinden farklı işler yapabilen kişilere sahip olmaları, hücum çeşitliliği sağlıyor. A Planı’nın çok kuvvetli olması da bu sayede, neredeyse hiç B Planı olmaması da bu yüzden. Takımın en skorer ismi, 2.17’lik pivot Alen Omiç. Omiç’in ana planda olduğu hücumlar iki noktada birleşiyor: Sırtı dönük oyun ve ikili oyunlar. Sırtı dönük oynadığında daha çok sağ tarafta pozisyon alıp sol omzunun üstünden dönerek, kuvvetli olan sağ elini kullanmayı tercih ediyor Sloven pivot. Her ne kadar yüksek basketbol zekâsına sahip olmasa da, topsuz oyuncuların “sürekli hareketlilik” prensibiyle doğru açılarda durması, Omiç’in maç başına 1.5 asistle oynamasını sağlıyor. Omiç’in diğer iyi yönü, ikili oyunlarda perdeleme sonrası çabuk devrilmesiyse, Pangos ve Oliver gibi pasörlerle daha çok değer kazanıyor. Omiç’le içeriden üreten Gran Canaria, dışarıda şut atmak için hazır bekleyen forvetleriyle iş görüyor. İspanyol ekibinde hücum çeşitliliğini tamamlayan nokta, Pangos ve Oliver gibi iki karar vericinin de skorer olmaları.

Savunmada ne yaparlar?
Gran Canaria’nın hücumdaki hızlı ve enerjik oyunu, savunmaya da yansıyor. Oyun kurucuya baskı yapacak personele sahip olmasalar da, Newley ve Salin gibi oyuncularıyla defansta topu ezmeyi başarıyorlar. Canaria, rakiplerini 15.1 top kaybına zorlayarak, kendine hızlı hücum için fırsat yaratıyor. Çember koruma kısmına gelince... Geçen sezon Eurocup finaline yükselmelerini sağlayan sistemlerinde, 2.21’lik Walter Tavares’in önemi çok büyüktü. Tavares tüm açıkları kapatıp, tüm pota altı oyuncularıyla boğuşmayı başarıyordu. Üstelik çabuk ayaklarıyla rakiplerin ikili oyunlarını kontrol etmeyi de beceriyordu. Ancak Tavares NBA’e gitti ve -her ne kadar yerine 2.17’lik Omiç’i alsalar da- stratejiyi değiştirmek zorunda kaldılar. Bunun sebebi, Omiç’in yetersiz oyun zekâsı ve düşük savunma farkındalığı. Reneses, tüm ikili oyunlarda Sloven pivotunu çemberden çok uzağa kadar çıkarıp; hızlı bir şekilde geri koşmasını istiyor. Böylelikle Omiç’in savunmada karar vermesine engel olup, sadece uygulamada kalmasını sağlıyor. İlave yararı da, guard’ların topa baskı sorununu çözmek oluyor.

Gran Canaria nasıl kazanır?
Gran Canaria, konfor alanını bulduğunda kazanır. Yani maçın temposunu yukarı çekmek, top sayısını artırmak, Galatasaray Odeabank’ı top kayıplarına zorlamak en büyük hedefleri. Özellikle üç sayı ritmini bulduğu zaman, durdurulması zor bir takım Gran Canaria. Omiç’in fiziki avantajını kullanmaya çok konsantre olmazlar ve oyun planında bir değişikliğe gitmezlerse; kazanmak için doğabilecek tek fırsatı yaratırlar.

Galatasaray Odeabank nasıl kazanır?
Galatasaray Odeabank’ın finale yükselmesi için ilk maçta farklı kazanması avantaj yaratacak. İronik olsa da, sarı-kırmızılıların istediği sonuca ulaşması için, skor tabelasını kapatması gerekiyor. Galatasaray maç boyunca skorla hiç ilgilenmeden, tabelada ne yazdığına dahi bakmadan oyunu kontrol etmeyi düşünmeli. Galatasaray Odeabank bu turu geçecekse, tabelayı kazanmaktan çok, oyunu kazandığı için geçecek. Bu yüzden maçın hızını düşürmek, oyunu yavaşlatmak, Gran Canaria’yı konfor alanından uzaklaştırmak, sakin kalabilmek her şeyden önemli. İşin hileli kısmı da burada ortaya çıkıyor: Abdi İpekçi’de 12 bin taraftarının coşkusuyla oynayacak sarı-kırmızılılar, sakin kalmak zorunda. Galatasaray’ın kazanması için dört kural belirlenmeli:

1- Kevin Pangos’un takım arkadaşlarını oynatmaktan çok, kendi skoruna odaklanmasını sağlamak. Pangos takımının kazandığı maçlarda 11 sayı-5.1 asist; kaybettiği maçlarda 14 sayı-3.8 asist ortalamasıyla oynuyor. Hedef, Pangos’u sürekli kendi şutunu tercih etmek zorunda bırakmak olmalı.

2- Sasu Salin’den skor katkısı almasına engel olunmalı. Salin’in iki maçın toplamında 20 sayının altında kalması, Galatasaray’a turu müjdeleyecek etkenlerden biri olabilir.

3- Top kaybetmemek. Galatasaray Odeabank’ın oyun kontrolünü elinde tutabilmesi için top kaybını en aza indirmesi gerekiyor. Tek hanelerde top kaybetmek, takımın birinci hedefi olmalı.

4- Stephane Lasme’nin sahada kalması. Joey Dorsey’nin de gidişiyle, Gabon’lu oyuncu Galatasaray’ın tek pivotu olarak kaldı. Omiç gibi önemli bir hücum silahına karşı -her ne kadar boyu kısa kalsa da- durabilecek tek oyuncu Lasme. Onun sahada en az 25 dakika kalması çok ama çok önemli. Abdi İpekçi’deki Bayern maçında olduğu gibi 21 dakikalarda kalırsa, Galatasaray büyük dezavantaj yaşar.

Sonuçta Galatasaray Odeabank; Errick McCollum, Blake Schilb, Vladimir Micov, Sinan Güler, Curtis Jerrells ve hatta Chuck Davis gibi yaratıcılara sahip. Bu alanda Gran Canaria’ya büyük bir üstünlük kuruyor. Üstelik bu isimler, farklı pozisyonları, alışılagelmiş kalıpların dışında oynamayı başarabilen oyuncular. Bu yüzden sakin kalıp, potansiyeli sahaya yansıtmak, pozisyonun gerektirdiğinin üstüne zorlamamak önemli.

23 Aralık 2015 Çarşamba

İlk turun ardından: Fenerbahçe



2015 yılına dair çok fazla hayal kırıklığı yok Fenerbahçe'nin. Nasıl olsun ki? Geriye dönüldüğünde Maccabi Tel-Aviv serisinin ikinci maçıyla zirve yapmış bir basketbol tarzı, deplasmandaki Olimpiakos, CSKA Moskova, Barcelona, Maccabi Tel Aviv galibiyetleri ve tarihte ilk kez Final Four'a gitmenin haklı gururu var yılın yekûnünde.

Hayal kırıkları nadir. Listenin başında Real Madrid'e kaybedilen o Final Four ilk maçı var. Andres Nocioni'nin Euroleague MVP'si Nemanja Bjelica'yı sertlikle oyundan düşürmesi, tüm sezon birlikte hareket ederek dörtlü finale yükselen takımın bireysel çözümleri deneyerek darmadağın olması, Pablo Laso'nun ufak bir değişiklikle sahada Zeljko Obradoviç'in takımına büyük bir oyun farkı yaratması, tüm kulübün o fırsatı tekrar elde edebilmek için bilenmesi sonucunu doğurdu. Fenerbahçe'de herkes, Game of Thrones dizisindeki Arya Stark karakteri gibi her gece uyumadan tüm düşmanların adını sayıklar oldu: Andres... Pablo... Sergio... Rudy... KC... Felipe...

O maç, Obradoviç'in de takıma yaklaşımını tamamen değiştiren bir karşılaşmaydı. Geçen sezon saf yeteneklerin bir arada hareket etmesi üzerine kurulu Fenerbahçe, bu yaz yaptığı her hamleyle kavgaya hazır bir takım görüntüsüne büründü. 2014/15 Fenerbahçesi senkronize yüzme takımıysa, 2015/16 Fenerbahçesi daha çok bir boks takımını andırıyor bu yüzden. Kazanmanın tek bir yolu yok, olimpiyat oyunlarında ikisine de birer madalya yazıyor neticede.

Obradoviç, Bjelica ve Andrew Goudelock ikilisiyle zorunlu vedaların ardından bir karar verdi. Euroleague'deki yetenekli oyuncu havuzu gün geçtikçe daralırken Real Madrid ve CSKA Moskova gibi takımlar büyük yaralar almadığı için; Fenerbahçe başka bir şey yapmaya karar verdi. Obradoviç artık oyun yapan değil, oyun bozan bir takım kuracaktı.

Nitekim transfer döneminde takıma katılan oyuncuların birbirinden farklı onlarca özellikleri olmasına rağmen, ortak tek bir yanları var. Hemen hemen hepsi inatçı ve kavgada geri adım atmayacak karakterler. Belki Bobby Dixon, Kostas Sloukas, Pero Antiç, Gigi Datome, Barış Hersek iyi savunmacı değiller. Ancak onları yenmek için öldürmek zorundasınız. Nikola Kaliniç gibi bir savaşçı, Ekpe Udoh gibi harika bir çember savunucu da bu karakteri kaliteli savunmalarıyla birleştirebilen isimler.

Bu karakterde oyuncular alınca, basketbol tarzında tamamen bir değişikliğe gitti Fenerbahçe. Geçen sezonki erken hücum etme üzerine kurulu, hücumu “yaratıcı” görevi verilen oyuncular üzerinden başlatan, delicileriyle başlayan ataklarda sahaya iyi yerleşip pas trafiğiyle baş döndüren takım yok artık. 2016 Fenerbahçe'sinin gerçekleri bambaşka. Kısacası yeni Fenerbahçe kadrosu, Obradoviç'in herkese meydan okumasının ürünü. “En öldürücü zehrinizi getirin, ben ona da bir bir panzehir üreteceğim” diyor Sırp koç bu sezon.

Neredeyse hiçbir yaratıcısı bire birde etkili olmayan Fenerbahçe'de hücumdaki en büyük yaratıcı, Obradoviç'in “elindeki savaşçılara sayı attırabilme” yeteneği. Hakikaten öyle düzenleri var ki Fenerbahçe'nin; 33 yaşındaki Antiç iyi bir üçlükçüymüş gibi, Kaliniç nefis bir sırtı dönük hücum silahıymış gibi, Jan Vesely'nin şut zaafiyeti yokmuş gibi görünüyor. Nasıl mı? Antiç, çoğunluğunu en iyi üçlük attığı sağ köşeden bulduğu şutlar sayesinde kariyerinin en iyi üçlük yüzdesini yakaladı. (Bu yazı yazıldığında Antiç sezon boyunca denediği 56 üçlüğünün 17'sini sağ dipten kullanmış, bulduğu 23 isabetin de sekizini bu bölgeden bulmuştu.) Kaliniç, zaman zaman oyun kurucuyu destekleyen kısa rolünde kullanılarak büyük bir fizik avantajına sahip oldu. Çoğunluğu sol blokta topla buluştuğu anlarda, takım arkadaşlarına sırtı dönük oyundan pozisyon yarattı. Vesely, topsuz oyunda çemberden uzak kaldığında potaya yaptığı koşularla durdurulması zor bir adam haline geldi. Kısacası Obradoviç, her oyuncunun üzerinde titizlikle çalışarak, onların yapabildiklerini yansıtabileceği bir düzen kurdu hücumda.

Bunu yaparken geçen yıla göre önemli değişiklikler de yaptı Sırp koç. Öncelikle erken hücum çok azaldı Fenerbahçe'de. Temel sebep, topla yaratacak oyuncunun azlığı ve top kayıplarından rakibe verilecek kolay sayıları azaltmayı amaçlamak. Netice, Fenerbahçe'nin bir yarı saha hücumu takımına dönüşmesi oldu. Bunda da oyun kurucuların üstündeki yük çok arttı. Fenerbahçe, geçen yılın aksine, perdelemeler üzerinden kurguladığı oyunları artık topsuz bitiricileriyle oynuyor. Açmak gerekirse, Goudelock ya da Bjelica'nın perdeleme sonrası kullandığı şutlar ya da penetreleri artık yok Fenerbahçe'de. Dönem Vesely, Kaliniç ve Udoh gibi emekçilerin topsuz çember koşuları, uzunların kısa devrilme sonrasında verdiği paslar veya alley-oop'ların dönemi. Perdelemeyi kendisi için kullanan belki de tek isim, şutuyla yaşayan Dixon. Sloukas ve Bogdan Bogdanoviç'in de o özgürlükleri var, fakat ikisi de Dixon'a oranla daha imtinalı davranıyorlar.

Buradaki temel tehdit, hücumda gerçek bir delicinin olmaması. “Fenerbahçe çembere nasıl yaklaşır?” Sorusunun cevapları belli.

1- Yaptıkları perdelemeler sonrası Vesely ve Udoh'u devirerek.
2- Eşleşme avantajı yarattıktan sonra Kaliniç, Antic ve Udoh'tan sırtı dönük oyun kurgulayarak.
3- Vesely, Kaliniç, Bogdanoviç'le topsuz koşular yaparak.

Bu soruya dördüncü bir cevap daha eklemesi gerekiyor Fenerbahçe'nin: “Topla çembere giderek.” Transfere gerek duymadan, o cevabı kadro içinde verebilecek tek kişi, Ricky Hickman. Amerikalı oyuncunun cevap verebileceği başka bir soru da defansta, fakat ondan savunma kısmında bahsetmekte fayda var.

Hücum için Fenerbahçe'nin aleyhindeki bir diğer tehdit, Vesely ve Udoh'u yan yana oynatmak. Her ne kadar hücumun temelini hareketlilik üzerine dayandırsa da, saha içi yerleşimini şut tehdidi olmayan iki oyuncuyla yapmaya çalışmak hem Obradoviç'i çok yoracak, hem de rakiplerin önlem almasını kolaylaştıracak bir durum. Bu yüzden dördüncü şutörü, yani uzun forvet pozisyonundaki nişancıyı arıyor Fenerbahçe. Transfere gerek duymadan, o cevabı kadro içinde verebilecek tek kişi de Gigi Datome. Ancak o da “kısaların skor üretemeyişini” telafi etmekle meşgul şu sıralar. İş yine dönüp dolaşıp Hickman'ın dönüşüne kalıyor. Hickman, Datome'nin şimdi yaptığı işi yapınca, Gigi diğer tehdidi ortadan kaldırmak için Avrupa'da bulabileceğiniz en iyilerden birisi. Belki de en iyisi.

İşin savunma kısmında da farklı bir şey deniyor Fenerbahçe. Obradoviç, takımının çoğunluğunun kötü bireysel savunmacılardan oluşmasını, atletizm avantajını kullanarak gizlemeyi tercih ediyor. Fenerbahçe topu kısalarıyla karşılayamadığı için savunmayı çembere daha yakın kurgulayıp, boyalı alanı korumak düsturuyla hareket ediyor. Ancak perdeleme sonrası bu kural da ortadan kalkıyor, çünkü topa baskı yapan ya da perdelemeye takılmayan guardı yok Fenerbahçe'nin. Bu da çoğunlukla Udoh ve Vesely'nin rakibe karşı ikiye bir kalmalarına ve çemberden uzaklaşmalarına sebep oluyor. Fenerbahçe'nin savunmada olduğu anlarda bu ikilinin her yere yetişmek için sürekli hareket halinde olmasının sebebi bu.

Vesely ve Udoh'un her yere yetiştiği maç sayısı hiç de az değil. Euroleague ilk turu ve ligdeki 11 maçta bunu çoğu zaman yaparak, Fenerbahçe'nin savunmasını iyi gösterdiler. Fakat her güzelin bir kusuru olduğu gibi, bu güzel stratejinin de iki büyük riski var ve sarı-lacivertlilerin kaybettiği maçlarda o riskler çok öne çıktı:

1- Vesely ve Udoh'un her yere yetişme kaygısı, hücumda iyi yerleşip iyi pas yapan rakiplere karşı Fenerbahçe'nin çok fazla boş üçlük vermesine sebep oldu. (Fenerbahçe'nin bu sezon 10 ve daha fazla üçlük yiyip kazandığı iki maç Banvit ve Karşıyaka. Aynı şartlarda kaybedilen maçlar: Büyükçekmece, Konya ve Strasbourg.)
2- Yine Vesely ve Udoh'un öncelikle toplu oyuncuyu kontrol etme düşüncesi, devrilen uzunlardan çok sayı yemesine sebep oldu Fenerbahçe'nin.

Bu iki tehdidi düzeltmenin birinci yolu, topa daha iyi baskı yapabilmek. Transfere gerek duymadan, kadro içinde bu görevi üstlenebilecek tek kişi, tahmin edildiği üzere, yine Ricky Hickman.

Obradoviç'in takımın kilit parçası Hickman'ı rotasyona monte edip, muhtemel tehditleri ortadan kaldırması için TOP 16'da nispeten kolay gruba düşmek büyük bir avantaj. Yine de F Grubu'nun “ölüm grubu” olması, E Grubu'nda ev sahibi avantajını elde etmeyi elzem hale getirdi. TOP 16'da ilk ikide yer almak, hiçbir sezon bu yılki kadar önemli olmamıştı. “Obradoviç'in yeni Fenerbahçe'si” için sezon yeni başlıyor. Bu sefer işi, geçen yıldan çok daha zor.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Küllerinden Doğanların Hikayesi



Hasan Şaş’ın Brezilya’ya attığı gol sonrası sevinci, unutulmaz anlardan biridir. Kupa kazanıldıktan sonra Ufuk Sarıca’nın yüzüne bakın. Önünü ilikleyip, meslekteki efsanelerden biri olan Duşan Ivkoviç’in elini sıktıktan sonraki yüz ifadesine… Karşılaştırınca, Hasan Şaş’ın sevinci bile normal duruyor. “Günlerce o düdüğü oynuyorsunuz kafanızda. Bekliyorsunuz. Bitince bir şaşkınlık oluyor haliyle” diyor Ufuk Sarıca o an hissettikleri için. Yanlış. Ufuk Sarıca’nın yüz ifadesi, kurduğu hayali gerçekleştirmiş birisinin duygularının dışa vurumu. Bir hayal kurdu Sarıca, “Bizim Bir Hayalimiz Var” diye de dile getirdi bunu. Gerçekçi olmak lazım, o hayal diye bahsettiği ilk düşünce Euroleague’e gitmekti. Hayali büyüdü, kendini aştı, şampiyonlukla taçlandı. Karşıyaka semtinin tarihindeki beş şampiyonluğun üçüncüsünde de Ufuk Sarıca’nın imzası var artık. Hem de öyle tek maçta falan değil, 10 katı bütçeli takımları beş ve yedi maçlık serilerde yenerek alınmış; basketbol tarihinin en mucizevi şampiyonluk öykülerinden biri…

“Fenerbahçe’yi yendiğimiz ilk maçtan sonra bu işin şampiyonluğa gidebileceğine inandım” diyor Ufuk Sarıca. Komik bir şey duymak ister misiniz? Bambaşka bir zamanda, hocanın olmadığı bir ortamda konuşurken Bobby Dixon “Fenerbahçe’yi geçmenin zor olduğunu düşünüyordum. Ancak ilk maçı kazandığımızda onları eleyebileceğimizi ve şampiyon olabileceğimizi hissettim.” dedi. “Her zaman kazanacağımıza inancım vardı ama çok büyük takımlara karşı oynamanın kolay olmayacağını biliyordum.” Hoca ve oyuncuların arasındaki uyum, kelimelerin ötesine taşınmış. Artık aynı zamanda, aynı şeyleri düşünüyorlar.

Bobby Dixon’ın hayatı boyunca karşılaştığı en büyük zorluğun Pınar Karşıyaka’yı şampiyon yapmak olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Hayır, boyunun 1.78 olması da değil hayatındaki tek engel. Bobby’nin 18 saniyede mucize yaratıp kazandığı Efes maçından sonra “Karşıyakalı oyuncular, hayatları bu maça bağlıymış gibi oynuyorlar.” kelimeleri dökülmüştü yazıya. İşte bu cümle, Bobby için mecazi bir anlam taşımıyor. Basketbol onun hayattaki çıkış biletiydi. Kim bilir, tıpkı abisi gibi sokakta yürürken bir çete savaşının ortasında kalıp, vurularak öldürülebilirdi Bobby Dixon. Doğduğu yer, Chicago’nun yoksul aileler için yaptığı lojmanlardan biri, Cabrini–Green. Mahallede çetelerin silahlı çatışmaları o kadar sık oluyordu ki, artık haber değeri bile taşımıyordu. Bobby için mahalleden kurtuluşun iki yolu vardı, ne yazık ki önce yanlış yolu seçti. Bir çeteye dahil oldu ve lise son sınıfa geçeceği yaz, uyuşturucu satarken yakalanıp hapse girdi. “Kendimi böyle bir çıkmaza soktuğum için çok kızgındım. Kendime bir daha bu yola girmeyeceğimin sözünü verdim” diyerek, ıslahevi yöneticileri tarafından hapisteyken bir işe girmesi sağlandı. Postacıda çalışacaktı Bobby. Gece birde kalkıp, iki buçuk saatlik yolculuk sonrası sabah dörtte vardiyaya başlıyor, dağıtım için depoda postaları düzenliyor, sabah 10’da mesai bitince yeniden iki buçuk saatlik yolculukla hapse dönüyordu. Hafta sonları tatilken, hapiste arkadaşlarıyla basketbol oynuyordu. Zaten lisede takımındaydı ama burada yetenekleri bir antrenörün dikkatini çekti. O koç, 17 yaşındaki bu çocuğun bir postacıdan fazlası olabileceğine inandı. Son sınıftayken altı ayı ıslahevinde geçirdiği için, hiçbir üniversiteden burs alamadı. Kankakee Community College’da bir deneme idmanına çıkmasına izin verildi. Tıpkı Eminem’in “Lose Yourself” şarkısının başında dediği gibi, Bobby’nin bir şansı, tek bir fırsatı vardı yani. Ya postacılık kariyerinde ilerlemeye çalışacak, ya da basketbol için kendine yol açacaktı. “Deneme idmanına gittiğimde kendimi kanıtlamaya açtım. Bu fırsatın elimden kaymasına izin veremezdim” diyor Bobby. Harika bir şut performansı sonrasında Dixon takıma alındı alınmasına, ama kadro dolu olduğu için %100 burs elde edemedi. Kalan ücreti karşılayacak parası da olmadığından, yarı burslu girdiği Kankakee’de, ödemesi gereken ücreti okuldan çektiği krediyle halletti. Bobby basketbolcu olmak için büyük bir borcun altına girdi, ancak buna rağmen sezon başladığında işler iyi gitmiyordu. İlk üç maç süre bile alamamıştı. “Dördüncü maçta yedekken oyuna girdim ve 21 sayı attım. Beşinci maçta da 25. O günden sonra kariyerim boyunca oynadığım her maçta ilk beş çıktım” diye anlatıyor kalan hayatını Dixon ve ekliyor: “Bazen düşünüyorum da, şu anda bulunduğum durum inanılmaz.”

İki yıllık programı okul tarihine geçerek bitiren Bobby, küçük okullardan biri olan Troy Üniversitesi’nden burs aldı. Derslerini hiç aksatmadan harika bir öğrenci oldu, mezun olanların yoksullara yardım eden kuruluşlarda çalıştığı “Toplum Hizmetleri” bölümünü bitirerek, okul tarihinin en önemli basketbolcularından biri oldu. Mezun olduğu alanda çalışabileceği birçok yardım kuruluşu vardı, ancak kaderi basketboldaydı Dixon’ın. Hayatında ilk kez Chicago dışına çıkarak Fransa’ya gitti. Polonya, İtalya, yeniden Fransa derken, Avrupa’da oynayan sıradan bir Amerikalı olma yolunda ilerliyordu kariyeri. Sonra bir gün telefonu çaldı ve Ufuk Sarıca’yla tanıştı. Gerisini biliyorsunuz… “Koç Sarıca benim adamım. Eski bir yıldız basketbolcu olması onun halden anlamasını sağlıyor. Bizi ne zaman zorlayacağını, ne zaman rahat bırakacağını biliyor” diye anlatıyor aralarındaki ilişkiyi. Aynı anda aynı şeyi hissetmelerinden anlamalıydık!

Bobby Dixon’ın çok tersi bir geçmişten gelse de, Jon Diebler da Ufuk Sarıca’yla kuvvetli bir bağa sahip. Üniversiteden mezun olana kadar doğup büyüdüğü şehirden çıkmayan Diebler, lisede babasının antrenörlük yaptığı ikinci lig takımıyla şampiyonluklar yaşadı. Ohio eyaletinin efsane ismi LeBron James’ten bile fazla sayı attığı lise kariyerinin sonunda, Ohio State’i seçti yine. Okul tarihinin en çok üçlük atan oyuncusu oldu. Tüm yollar NBA’e çıkıyordu. Nitekim Portland Trail Blazers tarafından draft edildi, her şey yolunda görünüyordu. Fakat kolay yoldan geçmiş birisi yok Karşıyaka’nın şampiyonluğunda. Diebler tam NBA’e gidecekken lokavt oldu ve tüm hayatını etkiledi. Jon, yeni bir hayat kurmak üzereydi ve paraya ihtiyacı vardı. Üstelik lokavt yüzünden Portland’ın tesislerine girmeye bile izni yoktu. Mecburen, para kazanmak için Avrupa’ya geldi. Hayatında ilk kez Ohio dışına çıkmış birini, Yunanistan’da zor bir hayat bekliyordu. “Yeni evlenmiştim ve paraya ihtiyacım vardı. Eşimle birlikte bu kararı vermek kolay olmadı, fakat geçmişe dönüp baktığımda ‘keşke’ değil, ‘iyi ki’ diyorum hep.” Profesyonel kariyerinin ikinci senesinde Ufuk Sarıca’yla çalışmaya başladı. “Hocam Jon mu sen mi daha iyi şutörsünüz?” soruları, Türk basketbol tarihinin önemli üçlükçülerinden Ufuk Sarıca’ya övgüydü esasında. Şutörden anlıyordu Sarıca, ve Diebler’da kendini görüyordu. Topsuz oyunda iyi pozisyon alan, topu iyi takip eden, şuta her zaman hazır ve kusursuz mekaniğiyle Diebler iyi bir üçlükçüydü. –Di’li geçmiş zaman kullanmakta bir hata yok, çünkü Sarıca’yla geçirdiği üç sezon sonunda Diebler oyununa topla yaratma özelliğini de ekledi. O sadece bir üçlükçü değil artık. Şampiyonluk maçında oyundan çıkarken hocasına sarılışına dikkat edin. Birçok şey o anda gizli.

Karşıyaka’da kendini geliştiren tek oyuncu Jon Diebler değil. Kenny Gabriel’ın da gözle görülür bir gelişimi var sahada. Sene başına oranla daha net şut atıyor, ribaundlarda sadece atletizmiyle değil, pozisyon almasıyla da etkili ve tabii ki daha doğru kararlar veriyor. Çemberin üstünde oynarken sürekli gülümseyen haline aldanmayın, o da Karşıyaka’ya gelmeden büyük sıkıntılar yaşadı. Geçen yılın başında profesyonel kariyerine İsrail’de başladı. Maccabi Ashdod takımında oynuyordu. Ancak 21 Kasım 2014’te Tel-Aviv’de bir otobüse bombalı saldırı yapıldı. “O an tek düşündüğüm çocuğum ve ailemdi. Babamı arayıp eve geri dönmek istediğimi söyledim” diye hatırlıyor o günleri Kenny Gabriel. Daha sezon yeni başlamış, beş maç oynadıktan sonra eve bile yerleşmemişti. “Bir füzenin her an otelimizi vurabileceğini düşünüyordum. Normalde saldırılar genelde Tel-Aviv’in dışında oluyordu. Şehrin güvenli olduğunu görmüştüm. Ancak bu saldırı, endişelerimi artırdı ve eve döndüm” diyor o günleri hatırlarken: “İsrail’de ölmek istemiyordum.” ABD’ye döndükten sonra Yunanistan’dan teklif aldı. DJ Stephens gibi olağanüstü bir atleti yenerek smaç şampiyonu oldu. Ufuk Sarıca’nın dikkatini çekmesi, daha çok dış şutları sayesindeydi. Bir kısa forvet mekaniğine sahip Gabriel’dan, fark yaratacak oyuncu çıkardı Sarıca. Kenarda Barış Hersek’le birlikte en çok azarladığı oyuncu Kenny. Her Karşıyaka molasında Barış ve Kenny’ye “Şut at oğlum, şut at evladım. Girmese de at oğlum.” diye kızıyor Sarıca. “Dört numaradan şut tehdidi yaratmak, bizim saha içi yerleşimini sağlamamız açısından önemli. Bu yüzden Kenny ve Barış’ı hep şut atmaları için teşvik ediyorum” diyor koç.

Sarıca’nın şut atması için teşvik ettiği oyuncular Kenny ve Barış’la sınırlı değil. Sene başında bir çılgınlık yapıp ilk beş pivotu göreviyle aldığı Juan Palacios’a da aynı şeyleri söylüyor. Banvit serisinde Dragiçeviç ve Veremeenko’yu, Fenerbahçe Ülker serisinde Vesely’yi, Efes serisinde Krstiç ve Lasme’yi çemberden uzakta tuttu Palacios’un şut tehdidi. Tahmin edileceği üzere, en ilginç hikayelerden birine sahip Palacios. Basketbol haritasında yeri bile olmayan Kolombiya’da, fakir bir ailede büyüyen Juan Palacios, boyu uzun diye yıldız milli takıma alınmış. Kendinden iki yaş büyüklere karşı iyi oynadığı bir maç sonrası dikkat çekmiş. “14 yaşında Arjantin’den bir teklif almıştım. Annem ‘bu yaşta çocuk profesyonel mi olur?’ diyerek telefonu kapatmıştı. İyi bir eğitim almamı istiyordu.” diye hatırlıyor o günleri Palacios. Bir yıl sonra ABD yolunu tuttu ve kolejde Rick Pitino gibi önemli bir antrenörle çalıştı. İspanya, Fransa, Litvanya derken İzmir’e düştü yolu. Boyu kısa, ayakları çabuk bir pota altı oyuncusu Palacios. Ancak dört numarada oynamak için üç sayı tehdidini yeterli görmüyor antrenörler. Beş numara için de kısa ve güçsüz kalıyor. Sarıca onun yapamadıklarına değil, yaptıklarına konsantre oldu. Basketbol piyasası için küçük, Karşıyaka için çok büyük olan 300 bin doları ona harcarken, Palacios’u eşleşme problemi yaratacak bir pivot olarak hayal etti. Başarılı da oldu.

Ufuk hocanın riskli ama başarılı tercihlerinden konuşurken, DJ Strawberry’den bahsetmemek haksızlık olur. Lisede “LeBron James’i durduran adam” olarak ünlenen Strawberry için, üniversite büyük bir hayal kırıklığı oldu. İkinci sınıftayken diz ön çapraz bağları kopan DJ, yaklaşık bir yıllık zorlu tedavi sürecinden sonra küllerinden doğdu. Phoenix Suns tarafından draft edildi, ilk sezonu NBA’de geçirdikten sonra İtalya’ya gitti. Bologna’da sezona harika başlamıştı ki, diz sakatlığı yine karşısına çıktı. Penny Hardaway, Allan Houston, Kenyon Martin, Tracy McGrady, Chris Webber ve Amare Stoudemire gibilerin kariyerlerinin bitmesine sebep olan diz sakatlığının aynısını yaşadı Strawberry. Bir yıl tedaviyle geçti yine. Litvanya, İsrail, Hırvatistan, Fransa arasında savrulurken bir anda Sarıca çıktı karşısına. Yalnızca savunma yapan bir forvet istemiyordu Ufuk Hoca. Bobby Dixon’a yardımcı olabilecek, yüksek tempoya uyabilecek bir skor tehdidi olmasını bekledi DJ’in. İstediğini de aldı. Playoff boyunca Karşıyaka’nın fark yaratan oyuncusu DJ, tüm kritik anlarda sorumluluğu üstüne aldı ve şampiyonluk yolunda çok önemli bir yük taşıdı. Hayatı boyunca potansiyelinin altında kalmakla eleştirilen, sakatlıklar yüzünden kariyeri bitme noktasına gelen Strawberry, 30 yaşında Euroleague seviyesinde bir oyuncu olduğunu kanıtladı.

Potansiyeli açığa çıkarmak, belki kulübün yaptığı en iyi şey. Soner Şentürk, Barış Hersek, Cemal Nalga, Erkan Veyseloğlu gibi kariyerleri boyunca hep ikinci planda kalmış oyuncular; şampiyonluğun ciddi aktörleri haline geldi Karşıyaka’da. Hepsinin çocuklarına “bu takımı şampiyon yaptık” diye gururla anlatacağı hikayeleri var. İnanç Koç da, kariyeri biterken üç kupayı kaldıran takımın soyunma odası lideri olarak anılacak hep.

Karşıyaka’nın kariyerinde yeni sayfa açtığı isimler sadece basketbolcular değil. 2001 yılında istatistikçi olarak kulübe adım atan Selim Çınar, tercümanlık ve idari menajerlik görevlerinin ardından Genel Menajerliğe kadar yükseldi. O da alttan yetiştirildi. Borçları temizleyen, basketbol paralarının futbola gitmesine engel olan, 10 seneyi aşkın süredir basketbolu ayrı bir kulüp gibi yönetip sevgi ortamını oluşturan Yusuf Güven ve Mehmet Peköz gibi perde arkasında kalan yöneticiler taşıdılar bayrağı. Tamer Ustaoğlu da aldı, zirveye dikti.

Büyük sermayelerin basketbola girmesiyle, Karşıyaka adına 87’deki şampiyonluğu tekrarlamak imkansız görünüyordu. Ancak hayal kuran bir adam geldi, üç senelik bir planla o büyük sermayeleri teker teker geçerek yeniden şampiyon yaptı Karşıyaka’yı. Bilbao, Belgrad, Atina, Kaunas, Tel Aviv dendiğinde aklınıza ne geliyorsa; Karşıyaka dendiğinde Avrupa’da herkesin aklına aynı şey geliyor artık. Şehriyle, tavrıyla, oyunuyla, tribünüyle, altyapısıyla, yabancısıyla, salonuyla, yöneticisiyle, hocasıyla büyüdü Karşıyaka. İmkânsız denileni yapıp, adım adım giderek şampiyon oldu. Şampiyon takımı tutmayanlar, tuttukları takımın şampiyonluğunu kutluyor şimdi.

Karşıyaka, hayatını kazanmak için başta İstanbul olmak üzere birçok şehre/ülkeye gidenlerin memleketi. İlk yıllarda “bir gün mutlaka döneceğim” der gidenler; o ihtimalin kalmadığını görmek uzun zaman alır.  Kim bilir, Karşıyaka bile şampiyon oluyorsa, “bir gün mutlaka döneceğim” diye gidenler de yeniden inanmaya başlayabilir. Her şey bir hayalle başlamadı mı zaten?

16 Haziran 2014 Pazartesi

NBA'de de 'az çoktur'



NBA final serisinin hikâyesi belliydi. Bir tarafta havalı saçları, iddialı duruşuyla NBA’in en önemli figürlerinden Pat Riley’nin kurduğu Miami Heat’in çok forma sattıran, gösterişli süper yıldızları... Diğer tarafta basketbolu yakından takip edenlerin bile sokakta görse tanımayacağı RC Buford’un kurduğu, manşetlerden uzak Tim Duncan’ın etrafına yerleştirilmiş San Antonio Spurs bütününün parçaları...

Kazanan, tüm parçalarından anlamlı bir bütün oluşturmayı başaran San Antonio oldu. Üstelik 1999’dan bu yana ligin en iyi savunma takımlarından biri olarak gösterilen, zaman zaman sıkıcı olmakla eleştirilen, en son şampiyon olduğunda ABD tarihindeki en düşük reytingli NBA final serisini yaşatan Spurs; bu kez playoff’ta maç başına yaklaşık 107 sayı atarak, izlemesi en eğlenceli takım apoletini takarak başardı bunu. basketball-reference.com verilerine göre, modern NBA tarihinde ilk kez şampiyon olan bir takımda playoff’ta maç başına 20 sayı atan oyuncu yok. San Antonio’nun başarıya nasıl ulaştığını en iyi özetleyen istatistik bu.

Spurs, modern basketbolun geldiği en üst nokta. Antrenör Gregg Popovich, tıpkı ünlü mimar Ludwig Mies van der Rohe gibi sade bir yaklaşımla, detaylara önem vererek bu kusursuz hücum takımını yarattı. Rohe’nin ünlü “Az, çoktur” sözünü kanıtlarcasına, oyuncuların sayı ortalaması azaldıkça takım daha çok sayı atmaya başladı.

Peki bunu nasıl yaptı San Antonio? Takımca yardımlaşma, fedakârlık, paylaşım, güven ve zekâya dayalı bir basketbol oynadılar tüm sezon. Ayrıca mükemmel bir şut yüzdesi yakaladılar. Son 10 sezonda sekiz genel menajer, dokuz başantrenör çıkarmış Spurs organizasyonunda her şeyi tek adama bağlamak gerçekten uzaklaşmanıza sebep olabilir. Bu yüzden takımın ligin en iyi şut atan ekibi olmasında, yardımcı antrenör Chip Engelland’ın rolünü atlamamak gerekiyor. San Antonio’nun şutlardaki temel amacı “harika bir şut için iyi bir şuttan vazgeçmek.”

Bunu yapabilmek için de pas vermeyi tercih edecek, fedakâr oyunculara ihtiyacınız var. Spurs oyuncularının topu nasıl paylaştığının sayılarla açıklamak mümkün. NBA TV verilerine göre dördüncü maçta Miami toplamda 267 pas yaparken, San Antonio 380 pas yapmış. Sürekli topun dolaştığı, topsuz oyuncunun hareketlerine dayalı, en doğruyu aramak üzerine kurulu bir sistemi var Popovich takımının.

Bunu başarabilmek için doğru oyunculara ve saha içi liderine ihtiyacınız var. Spurs’ün lideri Tim Duncan, 1997’de takıma katıldığından bu yana takımın çehresini değiştiren bir süper yıldız. Bakmayın süper yıldız dendiğine, Duncan ile ilgili çok da “süper” bir şey yok. Onu Michael Jordan gibi havada asılı kalırken, Magic Johnson gibi sırtından pas verirken, Shaquille O’Neal gibi herkesi yıkıp geçerken ya da değişik danslar sergilerken göremezsiniz. Wilt Chamberlain gibi kaç kadınla birlikte olduğunu söylemez, saçlarını Allen Iverson gibi örmez, Kobe Bryant gibi takım arkadaşlarını eleştirmez. O kadar yetenekli olmasına karşın kariyerinde sadece bir kez 50 sayı barajını geçmesi, Duncan’ın kişisel şöhretini takım başarısı için feda ettiğinin en büyük göstergesi. Bugün Tim Duncan’ın aynı dönemin bir başka yıldızı Shaquille O’Neal’dan bir fazla şampiyonluğu var. Çıkardıkları gürültüye bakılırsa, inanması epey zor.

Duncan, San Antonio’nun pas oyununu tanımlayan tek oyuncu değil. Koç Popovich’in final serisinin üçüncü maçından sonra sahaya sürülen Boris Diaw, bir forvet olarak kusursuz saha görüşü ve oyun hissiyatıyla fark yaratan isimlerden biriydi. Geçen yaz Tony Parker ile birlikte Fransa Milli Takımı’nı Avrupa Şampiyonu yapan Diaw’ın, eski dostuyla bir de NBA şampiyonluğu yaşaması sürpriz değil. Topsuz oyunda sürekli hareket eden takım arkadaşlarını gören Diaw, San Antonio sistemini oluşturanlardan birisi.

Yine de pas odaklı bu yapının işlemesini sağlamak için rakibe karşı bir avantaj yakalamak durumunda San Antonio. Daha da basitleştirmek gerekirse, savunmanın dengesini bir şekilde bozması gerekiyor. Duncan ikili sıkıştırmaları eskisi kadar çok çeken bir hücum silahı olmadığından, iş topu elinde tutan kişiye, Tony Parker’a kalıyor. Parker’ın topla çembere giderken bire birde adam eksiltme yeteneği, rakip savunmaların özellikle içeride ona yardım getirmesine sebep oluyor. Bu da dışarıdaki şutörlerin boş kalması anlamına geliyor. Karar verme yeteneği üst düzey Parker, rakip defansın hamlesine göre ya kendi skorunu yaratıyor, ya da uzman şutörleri görüyor.

Benzer bir durum Manu Ginobili için de geçerli. Zaten onun için bu oyun tarzı yeni değil. 2004 Atina’da altın madalya kazanan unutulmaz Arjantin Milli Takımı’nın da temel değerleri Spurs’e benzer top paylaşımı, topsuz hareket ve yüksek tempoydu. Ginobili artık 36 yaşında fakat hâlâ oyunu çeşitlendiren önemli faktörlerden biri.

Oyun çeşitliliği San Antonio’nun bu sistemi işletebilmesi açısından çok önemli çünkü ellerinde LeBron James gibi her şeyi yapabilen bir yıldız yok. Bu yüzden Spurs, personel seçiminde görev tanımlarına göre uzmanlaşmış isimleri tercih etmek zorunda. Tony Parker’ın hücumda boş şutörleri görmesinden bahsetmiştik, işte o boş kalan şutörlerin köşelerden nasıl şut attığı, Spurs yönetiminin ne kadar doğru işler yaptığının bir göstergesi. nba.com verilerine göre sadece köşelerden atılan üçlüklerde Patty Mills yüzde 47, Marco Belinelli de yüzde 45 isabet oranı yakalamış durumda. En iyi bildiğiniz işi yapmanızı isteyen bir şirkette çalıştığınızı düşünün. Orada mutlu ve başarılı olmaz mıydınız?

Kawhi Leonard olurdu, oldu da. Spurs için takımın bir parçası olmak o kadar önemli ki ayıp olmayacağını bilse finalin en değerli oyuncusu ödülünü kabul etmeyecek Leonard. 22 yaşında, temel görevi rakibin ana silahını durdurmak ve hücumda kendisine yaratılan pozisyonları bitirmek olan bir forvet NBA tarihine MVP (En Değerli Oyuncu) ödülüyle geçti. Çünkü mutluydu ve üstüne düşen görevi kusursuz yerine getirdi. Nasıl mı? Finalde yüzde 61 saha içi, yüzde 58 üçlük isabetiyle 17.8 sayı-6.4 ribaund-iki asist-1.6 top çalma ve 1.2 blok ortalamaları tutturarak.

NBA tarihinin en çok şampiyon olan antrenörü Phil Jackson, Türkçeye henüz çevrilmeyen “Eleven Rings” kitabında en zor kazandığı şampiyonlukları, üst üste üçüncü yılda kazanılan şampiyonluklar olarak tanımlar. Takım içi ilişkilerin yıpranması, kazanma motivasyonunun azalması, başarıya nasıl ulaşıldığının unutulmasını önemli zorluklar olarak gösterir usta koç. Miami Heat’in final serisinde nasıl dağıldığına bakınca tecrübenin bir kez daha üstün geldiğini söylemek mümkün. Miami’nin süper yıldız etiketli oyuncuları, maçta geriye düştükleri her anda çözümü tek başına arama eğilimine gittiler. Sorumluluktan kaçmadıklarını göstermek adına bireysel denemelere gittiler. Finalin son maçında LeBron ilk çeyrekte 17 sayı atınca, ikinci periyotta yeni bir skorer çıkarma telaşına gitti Heat. Ginobili’nin oyuna girişi, 17-2’lik San Antonio serisini tetikledi. Bu noktada takım, James’i unuttu ve temel silahı üzerinden sadece iki kez hücum etti. Onlar da bireysel zorlamalarla atılmış iki isabetsiz şut.

San Antonio, NBA tarihinin en özel şampiyonluklarından birine imza attı fakat bu NBA düzenini değiştirmeyecek. Spot ışıkları hâlâ Miami’nin süper yıldızlarının üzerinde olacak, Pat Riley yine en büyük yıldızları Florida’ya getirecek ve Heat gelecek sene de şampiyonluk kovalayacak. San Antonio ise kendi doğrularından vazgeçmeyerek yeni kahramanlar yaratmayı sürdürecek.

* Bu yazı 16 Haziran 2014'te aljazeera.com.tr'de yayınlanmıştır.

17 Ekim 2013 Perşembe

Geri Dönüş



Bir sezonluk aradan sonra Galatasaray yeniden Euroleague’e döndü ve deplasmanda Montepaschi Siena’yı yenerek sezona görkemli bir giriş yaptı. Bu sezonki kadro yapısı göz önünde bulundurulduğu zaman Galatasaray’ın oynayacağı basketbol henüz tam kapasiteyle sahada değil. Nathan Jawai, Manuchar Markoishvili ve Furkan Aldemir’in yüzde yüz olmadığını da hesaba katarsak İtalya deplasmanında kazanmanın önemi birkaç kat daha artıyor.

Galatasaray’da roller çok keskin çizgilerle belirlenmiş. Karar vericiler, yani topu elinde tutup üretim sağlayacak oyuncular Carlos Arroyo ve Jamont Gordon. Bu ikilinin saha içinde bazı özgürlükleri var. Bilhassa Arroyo ikili oyunu iyi oynayabilen, kolay mental hata yapmayan, bire birde adam geçip bitirme becerisine sahip, eli sıcak bir oyuncu varsa bir şekilde onu bulan, top başkasının elindeyken sabit şutlarla cezayı kesebilen komple bir hücum silahı. Arroyo, topla oynayan diğer isim, Jamont Gordon dahil takımdaki herkese liderliğini kabul ettirmiş durumda. Gordon bazen düzen dışına çıkıp kötü tercihlerde bulunabiliyor, ancak onun da dribling odaklı oynaması Galatasaray’ın top kayıplarını azaltıyor. Bu da savunmada dengesiz yakalanmamak adına önemli. Bu ikilinin iyi oyununa takım halinde bulunan yüksek şut yüzdesi de eklenince Galatasaray zorlama hücumlardan kurtuldu ve maç boyunca sadece üç top kaybetti.

Esasında Siena ilk maç için Galatasaray’ı iyi çalışmış ve bu iki karar vericiye baskı yaparak, rakibini düzenden çıkarmayı tercih etmiş. Ataman’ın baskıya iyi hazırlandığı ortada, çünkü doğru saha içi yerleşimiyle birçok boş şut buldu Galatasaray. 12/22 üçlük kâğıt üzerinde abartılı görünebilir, ancak bu Siena’nın ikili sıkıştırmalarda yeteri kadar agresif olmamasının ve Galatasaray’ın bu taktiğe karşı hazır olmasının doğal sonucu. Ve tabii ki Carlos Arroyo’nun…

Yalnız Galatasaray’ın önünde uzun bir sezon var ve Carlos Arroyo’ya bu kadar bağımlı olmak Euroleague’de bazı sorunlar yaratabilir. Geçen sezon Eurocup’taki UNICS Kazan maçı hâlâ hafızalarda. Hücumda çeşitlilik yaratmak gerekiyor ve bu açıdan Nathan Jawai’nin hazır hale gelmesi takım için önemli. Jawai yaklaşık 130 kiloluk cüssesiyle bire birde durdurulması zor bir pivot ve doğru yerde top aldığında iyi bir çember bitiricisi. Üstüne üstlük Jawai’nin sahada olması, Galatasaray’ın sadece boyalı alan üretimini artırmayacak. Jawai, doğru saha içi yerleşimiyle takımdaki keskin şutörlerin daha yüksek yüzdeyle oynamasını sağlayacaktır. Tabii her maç %55 üçlük performansı sergilemek kolay değil, ancak Galatasaray’ın çok iyi üçlük atacağı maç sayısı az olmayacaktır. Bu noktada Jawai’nin Zoran Erceg ile birlikte transfer edilmesi, Ergin Ataman’ın “hücuma çeşitlilik katma” ve “üç sayı tehdidini hücum planı içinde önemli bir yere koyma” tercihlerinin sağlaması gibi. Ayrıca Jawai, iyi de bir ikili oyun bitiricisi. Yani sahada olduğu zaman oyunun temposunu düşürmek zorunda değilsiniz.

Yine de, Jawai tam performansla oynamaya başlasa bile Galatasaray’ın saha içinde topla yaratacak en az bir ismi daha bulması gerekiyor. Bunu yapabilmek için Manuchar Markoishvili’nin geçen seneki rolünün biraz daha geliştirilmesi düşünülebilir. Cantu’dan da hatırlanabileceği üzere Markoishvili iyi bir pick-and-roll oyuncusu. İkili oyunları genellikle şutla bitirmek için oynasa da, doğru karar verebilen biri olarak doğru yerleşimle takım arkadaşlarına da pozisyon hazırlayabilir. Markoishvili’nin yanında Ender Arslan, sınırlı sürelerde de olsa bu ikilinin üzerindeki yükü alabilir.

Savunmaya gelince… Ergin Ataman takımlarının genellikle riskli savunma hamleleri yoktur. Bir Ataman takımı olarak Galatasaray’ın topa baskıyı da, ikili sıkıştırmaları da çok yaptığı görülmez. Siena karşısında da durum farklı değildi. Savunmadaki esas plan, Siena’nın keskin şutörlerinin işlerini zorlaştırmaktı. Bu plan doğrultusunda Ataman topu savunan oyuncuya yardım getirmeyi tercih etmedi. Tek isteği rakip şutörlerin karşısında kalmak ve kullanacakları şutları zorlaştırmaktı. Nitekim işe de yaradı ve Euroleague tecrübesi az olan Siena şutörleri, dribling üzerinden çok şut denemek zorunda kaldı. Tabii bu planın götürüsü bire birde geçildikten sonra rakibin çembere kolay gitmesiydi ki, 10/11 ikilik atan Daniel Hackett’ın 26 sayısı bu riskin cezalandırılmasıydı. Bunun yanında takımda geçen sezonki Boniface N’Dong gibi bir çember koruyucusu olmaması bu turnikeleri kolaylaştırdı.

Galatasaray’ın gerçek oyun planını sahaya yansıtması için önünde uzun bir süre var. Jawai, Markoishvili ve Furkan’ın tam olarak sağlığına kavuşmasıyla Ataman’ın kafasındakilerin sahaya yansıması daha kolay olacaktır. Galatasaray bu grupta Olimpiakos ile ilk ikinin doğal favorisi ama kurdukları yapı itibarıyla Joan Plaza’nın Unicaja Malaga’sı ve Svetislav Peşiç’in Bayern Münih’i çok ters takımlar. Bu yüzden zamanı iyi kullanmak ve geçiş döneminde çok hasar almamak Galatasaray adına önemli.

Son olarak Galatasaray’ın aşması gereken önemli sorunlardan biri de hafta içi ve hafta sonu farklı rotasyonlarla oynaması olacak. Türk pasaportlu Erwin Dudley’nin 19 dakikası da eklendiğinde Galatasaray yerli oyunculara 45 dakika vermiş. Ligde iki oyuncuyu sürekli oturtmak zorunda olmanın yanı sıra, 80 dakikayı Türk pasaportlu oyuncularla geçme zorunluluğu, Galatasaray teknik ekibinin çözmesi gereken noktalardan biri. TOP 16’yla birlikte 24 Euroleague maçının olduğu düşünülürse Galatasaray’ın oyun planını keskinleştirmek için bu rotasyon sorunu önemli bir engel.

* Bu yazı 17 Ekim 2013'te NTVSpor.net'te yayınlanmıştır.

12 Eylül 2013 Perşembe

Bir Tanjeviç Eleştirisi



Avrupa Basketbol Şampiyonası’nın 2013 versiyonunda yaşadığımız hayal kırıklığı birçok kişinin canını yaktı. Slovenya’da, turnuvanın ikinci turu başlamadan sürekli teselli edilmek bu yaranın iyileşmesine yardımcı olmuyor. Peki biz nerede yanlış yaptık? Başarılı olurken neyi doğru yapmıştık? Ya da gelecekte ne yapabiliriz? Bu sorular günlerdir herkesin kafasında. Cevabı tek değil. Herkesin kendine göre doğruları var. Bu pencereden bakınca şöyle görünüyor:

Bogdan Tanjeviç’in kariyerini konuşmaya gerek yok. Belki ilişkimiz yıprandığı için onun ne kadar saygın bir isim olduğunu unutabiliyoruz, fakat eski Yugoslavya topraklarına girildiğinde önünde ceket iliklenen bir isim “Boşa” Tanjeviç. Yetenekli oyuncuların saha içinde özgür kalması gerektiğine inanan, ikili oyunların bire bir basketbolu öldürdüğünü düşünen, uzun boylu-uzun kollu-atletik olmak gibi fiziki avantajları kullanarak eşleşme zorluğu yaratmayı seven, maç öncesi rakip analizine inanmayan, savunmada tuzaklar kurarak dehasını gösteren ve hücumda seçimleri oyuncularına bırakan bir antrenör. Rusya’ya kaybettiğimiz gün, koçun basketboldaki 51. senesi dolmuştu.

Tanjeviç 1979’da Euroleague şampiyonluğu kazanırken de, 1996’da Aydın Örs’ün Efes’ine Koraç Kupası finalinde kaybederken de, 2008’de Fenerbahçe Ülker ile lig şampiyonluğu yaşarken de aynı felsefeyi uyguladı. Semih Erden’den 4, Ersan İlyasova ve Kerem Gönlüm’den 3, Cenk Akyol’dan 1 yaratmak gibi çılgın fikirleri vardı. Cem Dinç de, Cevher Özer de, Fatih Solak da, İzzet Türkyılmaz da, Valentin Pastal da bu inanca uyan basketbolcular olduklarından milli takımda kendilerine yer buldular dönem dönem.

Ancak artık basketbol değişti. Evet, Tanjeviç antrenörlük kariyeri boyunca Mirza Delibaşiç’ten Gregor Fucka’ya, Dejan Bodiroga’dan Carlton Myers’a kadar önemli yıldızlarla çalıştı ve onları verimli bir şekilde kullanmayı başardı. Fakat artık bu derecede fark yaratabilecek yetenekler Avrupa basketbolunda değil. Aktif NBA oyuncuları arasında yolu Avrupa’dan geçerek NBA’e giden 60 oyuncu var. 60 oyuncu! Bu pastanın kremasının NBA tarafından yendiğini gösteriyor.

Avrupa’dan NBA’e bu kadar fazla göç olması eski kıta basketbolunu değişime zorladı. En basitinden takımlar yıldız odaklı olmaktan çıktı, antrenörlerin kontrolüne girdi ve rakip analizleri eskisinden çok daha önemli hale geldi. Bunun yanında bire birde adam geçecek yetenekli oyuncuların azalması adam eksiltmek adına ikili oyunların temel strateji olarak görülmesine sebep oldu. Yaklaşık 15-20 yıllık bu süreç dahilinde basketbolcuların gelişimi de değişim gösterdi. Örneğin ikili oyun temelli basketbolda Vlade Divac, Arvydas Sabonis, Zeljko Rebraça gibi oynayan pivot sayısı iyice azaldı. Nikola Pekoviç, Nenad Krstiç gibi o tarz oynamaya en yakınlar da NBA tarafından kapılıyor zaten. Bu yüzden modern Avrupa basketbolunda yetişen uzunlardan öncelikli olarak istenen şeyler iyi perdeleme yapabilmek ve perdeleme sonrasında çembere gidip pozisyonu bitirebilmek. (Kaldı ki NBA onlara da el attı. Boyunuz 2.10’un üzerindeyse ve sadece bu iki işi iyi yapabiliyorsanız NBA’de sekiz haneli kontrat almanız işten bile değil.)

İşte bizim uzunlarımız da bu tedrisattan geçen uzunlar. Ömer Aşık, Semih Erden, Kerem Gönlüm üçlüsü bu işi çok iyi yapabiliyor. Ersan İlyasova daha şutör olduğundan, ikili oyunları uzak mesafeden şutuyla bitirebiliyor. Çocukluk günlerinden bu yana bu isimlerden Tanjeviç’in kafasındaki basketbolu oynamaları istenmedi. Haliyle, gelişimleri tamamlanmış basketbolculardan farklı şeyler talep edilmesi, parke üzerindeki konfor alanlarından uzaklaşmalarına, dolayısıyla sisteme inançlarını sorgulamalarına yol açtı. Kafasında sistemi sorgulayan sporcunun konsantrasyon eksikliği, ekstra efor sarf etmesine engel oldu. Uzunca süre Milli Takım’ı takip eden biri olarak söyleyebilirim ki, bizim Slovenya’da yaşadıklarımızın temeli buna dayanıyordu. Evet, kadromuzdaki isimler daha çok mücadele edebilirlerdi. Ancak bunun bizi bir yere götüreceğine inanmıyorlardı. Bu noktada takımın fazla yaşlı/tecrübeli isimlerden oluşması da ciddi bir sorundu. Çok genç bir-iki oyuncunun kadroda olsaydı o heyecan diğerlerine yansıyanbilirdi. Ancak olmadı ve “hava” kayboldu. İsveç’in Ludvig Hakanson’undan Finlandiya’nın Sasu Salin’ine, turnuvadaki hemen hemen tüm takımlarda bu tip heyecanı yaşatacak en az bir oyuncu var.

Kaldı ki konfor ortamından uzaklaştırılan tek oyuncular, uzunlar değil. Sinan Güler gibi kariyeri boyunca topu sadece açık alanda bitirmek için kullanmış bir kısaya top getirme görevinin verilmesi, en iyi yaptığı iş perdeden çıkıp şut atmak olan Serhat Çetin’in dripling üzerinden yaratmak zorunda kalması, Hidayet Türkoğlu’nun topu herhangi bir yerde alıp dört sabit adam izlerken topu çembere atmak zorunda kalması gibi herkes için acı verici deneyimler yaşadık. Sahaya iyi yerleşemediğimiz için, Koç Tanjeviç’in kafasındaki stratejiyi iyi şekilde yansıtmakta zorlandık. Rakip hazırlığına da gereken önemi vermediğimizden, kaliteli yardım savunmalarını bire birde delmekte çok zorlandık. Kısacası, oynadığımız basketbol biraz demode kaldı.

Peki 2010’da nasıl başarılı olduk? Öncelikle 2010 kadrosuyla şimdiki kadro arasında bazı temel farklılıkların olduğunu kabul etmek gerek. O kadroda –şimdi eksikliğini hissettiğimiz– saha içi yerleşimini oyun kurucu pozisyonundan düzenleyebilecek Kerem Tunçeri gibi bir isim vardı.  Evet, Kerem Tunçeri verimli olmak için topa ihtiyaç duyan bir isim. Set tempolarının çok yükseldiği günümüz basketbolunda bazen topun elinde çok kaldığından şikayet edebilirsiniz ama en azından saha içinde kimin nerede duracağını iyi ayarlayabilen, ters eşleşmeyi gördüğü zaman uygulayabilen bir oyun kurucu.

2010 ile 2013 arasındaki farklardan biri de kenar yönetim. 2010’da Bogdan Tanjeviç ile tartışan, yeri geldiğinde ondan izinsiz sahaya oyuncu itebilecek kadar koçla inatlaşan bir yardımcı antrenör, Orhun Ene vardı kenarda. Bu turnuvada yardımcı antrenörlerimiz maç içi hamlelerde koça o kadar fazla müdahale etmediler. Bunda hem Nihat İziç’in hem de Ertuğrul Erdoğan’ın Bogdan Tanjeviç’le uzun yıllar çalışmalarının ve onu iyi tanımalarının etken olduğu düşünülebilir. Tanjeviç’e yapılacak itirazın bir şey değiştirmeyeceğine inanmış ve bu yüzden bir şeyin değişmeyeceğini düşünmüş olabilirler.

Başarılı olduğumuz 2010 ile başarısız olduğumuz 2013 arasındaki farklılıkları sayarken diğer faktörleri de unutmamak lazım. Ömer Onan’ın son dakikadaki sakatlığı savunma potansiyelimizin düşmesine sebep oldu. Hidayet Türkoğlu’nun bireysel formunun o dönem çok daha yukarıda olması ve taraftarın getirdiği enerjinin hem maç konsantrasyonuna hem de savunma direncine olumlu yansıması gibi durumlar 2010 ile 2013 arasındaki farklardı. Evet, o dönem oynadığımız basketbol da Tanjeviç’in sistemiydi, ancak üç ana başlıkta toplanan bu faktörler Türkiye’nin “kaos basketbolu” oynayıp sonuca gitmesini sağladı.

Neticede 2013 yılında başarısız olduk ve bu anlayışın bizi ilerleyen yıllarda başarılı yapma ihtimali düşük görünüyor. Şimdi yeni bir yapılanmaya ihtiyacımız olduğu açık. Peki bu yapılanmayı neye göre düzenlemek gerek? İşte esas soru burada. Türk basketbolunda, eğer çok büyük sakatlıklar ya da sürprizler yaşamazlarsa önümüzdeki 10 yıl boyunca görev yapacak oyuncular belli. İlk beş yıl 86-87 jenerasyonunun sırtında devam edeceğiz, sonrasında ara yıllardaki birkaç oyuncumuzu ekleyerek 95-96 jenerasyonu temelli bir yapıyla devam edeceğiz. Yani elimizde savunma temelli basketbolu oynayan uzunlar (Ömer Aşık, Semih Erden, Ersan İlyasova, Furkan Aldemir, Emircan Koşut vs. vs.) ve topa yön veren, oyun bilgisi yüksek iyi kısalarımız (Kenan Sipahi, Cedi Osman, Okben Ulubay, Tolga Geçim, Berk Uğurlu vs. vs. ) var.

Bunların etrafına koyabileceğimiz, konularında uzman görev adamlarımız (Göksenin Köksal, Serhat Çetin, Cenk Akyol, Oğulcan Baykan vs. vs.) var.

Velhasıl-ı kelam, yetenek havuzumuz çok geniş ve modern basketbolu oynamaya uygun isimler mevcut. Uzun vadede yapılanmayı sağlayacak, inandığı basketbol sisteminin elimizdeki yeteneklere ters düşmeyeceği bir isimle yola devam edilmeli. Bunun yanında ligde iyi performans gösteren oyuncular için bir ya da iki kişilik yer açılmalı ki en azından milli formanın değeri artsın ve rekabet ortamı sürekli kılınsın.

Bogdan Tanjeviç’in istifası iyi bir fırsat olarak görülmeli, ancak yeni antrenörü bulmak için yeni turnuva beklenmemeli. Onun oyuncu havuzunu iyi tanıması, Türk Milli Takımı’na yön vermesi ve Türk basketboluna hakim olması adına yeterli zamanı bulması sağlanmalı. Bunu yapmak bizim için hiç de zor değil.

* Bu yazı 12 Eylül 2013'te NTVSpor.net'te yayınlanmıştır.

7 Eylül 2013 Cumartesi

Eurobasket notları: 4. ve 5. gün



Slovenya’daki dördüncü gün, tedirginlikle başladı. Nasıl olmayalım ki? Bir gün önce Finlandiya’ya kaybedişimizi izleyip, ardından İtalya’nın arzulu ve savaşçı oyunumuzu görünce ayaklarımız geri geri gitmeye başladı. Sabah iyi bir kahvaltının ardından odaya gidip günün maçlarına çalıştım. Slovenya saatiyle 10:15’te Spor Servisi, 13:15’te 14/16 için bağlantıları yaptık ve salonun yolunu tuttuk. Umut yok, keyif yok. Salona girdiğimiz andan itibaren diğer ülkelerden tüm gazeteciler takımdaki durumun ne olduğunu soruyor. Herkes bir şekilde bizi teselli etmeye çalışıyor. Çoğu arkadaşlarımız, kötü niyetle bir şey söyleyen yok ancak epey sinir bozucu bir durum.

Gün Finlandiya-İsveç maçıyla başladı. Finlandiya kendi değerlerini yaratmış bir takım. Henrik Dettman görev tanımları net, sisteme ve birbirlerine inanmış oyunculardan oluşuyor. Belki hiç kupa kazanamayacaklar, belki madalyaları bile olmayacak ama turnuvanın sonunda mutlu bir şekilde evlerine dönecekler. İsveç’e karşı da birlikte oynamanın getirdiği güvenle rahat kazandılar. İkide iki yapmaları hâlâ ikinci tura çıktıkları anlamına gelmez, ancak İtalya karşısında kolay teslim olmayacakları da bir gerçek.

İkinci maç bizim. İtalya karşılaşması öncesi ilk beşte nasıl bir değişiklik olacağını merak ediyoruz. Gelen haber Kerem Gönlüm’ün ilk beşe yerleşeceği, kısa pozisyonunda bir değişiklik olmayacağı yönünde. Sinan Güler’in bu düzende oyun kurucu oynatılması takıma da Sinan’a da zarar veriyor. Simone Pianigiani bunun farkına varmış ve Andrea Cinciarini’yi ilk beş oyun kurucusu olarak sahaya sürmüş. Cinciarini Sinan’a tam saha baskıyla başladı. Sonuç da aldılar, ilk dört pozisyonun üçünde top kaybettik, ikisi Sinan’ın. O pozisyonların biri de şu şekilde oluştu: Cinciarini baskısını sürdürürken, yarı sahayı geçer geçmez ikili sıkıştırma geldi ve onu köşeye sıkıştırdılar. Burada driplingi kesti ve bir top daha kaybetti. 30 yaşında ilk kez konvansiyonel oyun kurucu olarak görev yapan Güler’in karşısında elit savunmacılar ve üst düzey yardım savunmalarına karşı bu görevi kaldırması mümkün değil. Yanında guard özellikli bir başka oyuncu da olmayınca Sinan’ı tamamen ateşe atmış oluyoruz. Biz Dünya Şampiyonası’nda gümüş madalya alırken, ortalama 15 dakika süre alıp takımın önemli parçalarından biri haline gelen Sinan Güler, oyun kurucu pozisyonundan hiç dakika almamıştı.

Üstüne üstlük Türkiye’nin 12 kişilik kadrosunun uzunları, ikili oyunları oynamaya müsait. Ömer Aşık, Kerem Gönlüm ve Semih Erden gibi iyi devrilen; Ersan İlyasova gibi perde sonrasında dış şut tehdidi olan uzun rotasyonuyla ikili oyun oynamamak, sahadakilerin verimini tamamen düşürüyor. Tabii ki Kerem Tunçeri veya Tutku Açık olsaydı hücumun daha iyi işlemesi beklenebilirdi ama artık kadro seçimine dönmek anlamsız. Mevcut şartlarda pick-and-roll oyununda topa yön veren en iyi iki kişiyi; Ender Arslan ve Emir Preldziç’i mümkün olduğunca sahada tutup yapıyı ona göre ayarlamamız daha verimli oynamamızı sağlayabilir.

Teknik ve taktik anlamda fikir üretilebilecek birçok nokta var tabii ki. Ancak Pietro Aradori’den bir çeyrekte 17 sayı yemenin bir açıklaması da yok. Aradori’ye kızıp sert faul yapan birinin bile çıkmaması, İtalya’dan sakin bir şekilde fark yememiz üzerinde düşünülmesi gereken konular.

Basın toplantısına girdik. Simone Pianigiani beni görünce selam verdi ve biraz sohbet ettik. Sonra basın toplantısı masasına geçerken mikrofonların önünden bana “Unutma, ben her zaman Fenerbahçe taraftarı olarak kalacağım.” dedi. Türk basınını bulmuşken, fırsatı kaçırmak istemedi herhalde. Bogdan Tanjeviç “Sorunun ne olduğunu bilmiyorum. Muhtemelen benim yüzümden. Ancak iyi oynamıyoruz. Bundan sonra daha iyi oynayacağımıza söz veriyorum” dedi. Daha çok ikili oyun izledik bu maçta. İlerleyen maçlarda benzerini yapıp yapmayacağımızı sordum. “Hayır, yeteri kadar ikili oyun oynuyoruz” dedi. Sinan Güler’e “Kariyerin boyunca iki numarada oynadın ama iki senedir Milli Takım’da oyun kurucu pozisyonundasın. Kendini rahat hissediyor musun?” sorusunu sordum. Cevabı “Bu sorunun sorulmaması gerekiyordu. Ben altyapılarda oyun kurucu oynardım. Kolejde de combo guard olarak görev yaptım. Şimdi bana verilen görev bu ve elimden geleni yapıyorum. Daha iyi performans göstermem gerekirdi” oldu.

Basın toplantısı bitti. Yunanistan-Rusya maçı öncesi yemek için basın kısmına geçiyoruz. Menüdeki her şey domuz eti içerdiğinden, aç kalıyorum. Yunanistan-Rusya maçına kadar Rus gazetecilerle sohbet ediyoruz. Takımda büyük değişikliklerin olacağını ve bugün İtalya’yı yenebileceklerini söylüyorlar. Maç başladığında haklı çıkıyorlar. Vasili Karasev bugün tam saha baskıya dönmüş. Rusya çok daha istekli ve Yunanistan karşısında öndeler. Fakat kenardan gelen Stratos Perperoglou ve Kostas Kaimakoglou sayesinde oyunun kontrolü hep Yunan takımında kalıyor. Bu noktada, ikinci yarının hemen başında Alexsey Shved beş dakika kenarda oturuyor ve oyun çözülüyor. Son çeyreğe girerken fark 20’ye dayandı. Yunanistan maçın bittiğini düşünürken, Sloukas-Zisis-Papanikolaou-Fotsis ve Mavrokefalidis gibi pek bir arada oynamayan isimler yan yanayken Rusya hareketlendi. Shved son çeyrekte 15 sayı attı. Andrea Trinchieri o esnada Bramos’u alıp Shved’i durdurmayı düşünüyordu. Bramos değişiklik sandalyesinde otururken Papanikolaou kenara gitti ve Shved’i kendisinin tutmak istediğini söyledi. İki pozisyon üst üste Shved’e top kaybettirdi ve maçı Yunanistan kazandı. Burada sorumluluk alan Papanikolaou kadar oyuncusuna izin veren Trinchieri de alkışı aldı.

Maç sonu salonda işimiz 23:30 gibi bitti. Açız ve neredeyse her restoran kapalı. Bir dondurmacıda pizza buluyoruz. Moraller çok bozuk. Yemeğimizi yiyip odaya dönüyoruz. Çok yorucu bir gündü. Ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum bile.

Cuma boş gün. Biz sabahtan Milli Takım idmanına gidiyoruz. İdman başlamadan önce 25 dakika süren bir toplantı düzenliyor Bogdan Tanjeviç. İdmanda moraller yerinde değil. Dört kişi pick-and-roll çalışıyoruz, Yunanistan’ın oyun içinde çok kullandığı setlerden. İdman bitmeden salondan çıkıp, takımların kaldığı otele gidiyoruz. Canlı yayında Andrea Trinchieri’yle özel röportaj yapacağız. Trinchieri her zaman olduğu gibi çok sıcakkanlı. Sorularımıza rahat cevaplar veriyor. (Kaçıranlar http://www.ntvspor.net/video-galeri/spanoulis-oynayacak-mi- adresinden izleyebilir)

Röportaj sonunda Fotis Katsikaris ve Pistons Avrupa Scout’u Daniele Baiesi’yle uzun uzun sohbet ediyoruz. Katsikaris oyun kurucu pozisyonunun evrildiğini ve gerçek bir saha içi lideri bulmanın zorluğundan bahsediyor. Sohbet uzayınca Baiesi bir oyun icat ediyor. Kurallar şöyle:
- Eurobasket 2013’te forma giyen oyuncular içinde 10 kişilik bir kadro kuracaksın.
- Tony Parker, Nicolas Batum ve Marc Gasol’ü almak yasak.
- Devşirme almak yasak.
- Her takımdan en fazla bir oyuncu seçebilirsin.

Çok eğlenceli. Cevaplarınızı yazının altına yorum olarak ya da twitter üzerinden bekliyorum. Kurduğum kadroyu yarın açıklayacağım. Yarın görüşmek üzere!

* Bu yazı 7 Eylül 2013 tarihinde NTVSpor.net'te yayınlandı.

5 Eylül 2013 Perşembe

Eurobasket Notları: Üçüncü Gün



Slovenya’da üçüncü günüm ve turnuva başlıyor. Heyecan verici. Dün salonda gördüklerimizden sonra sabah kahvaltısını sağlam yapma kararı alıyoruz. Salon Koper’in merkezinde değil, organizasyonda dönem dönem aksilikler çıkıyor ve biz yaklaşık 12 saat salonda kalacağız. Aç kalma ihtimalimizi göz önünde bulundurup güne iyi kahvaltıyla başlıyoruz. Roksan geldiği için, canlı bağlantıları artık o aldı. Maçlara konsantre olabilirim. Kahvaltı sonrası odamda maçlara çalışırken televizyonda Eurobasket reklamları dikkatimi çekiyor. Özellikle Goran Dragiç’in alevler içinde büyük rakiplere karşı basketbol oynadığı reklam (http://www.youtube.com/watch?v=-VFVaBws2f4) çok popüler. Ne yalan söyleyeyim, bana Cem Yılmaz’ın AROG filminde Arif’in futbol sahnesini andırdı. Arif tabii ki Goran’dan daha iyi!

Üç maçın olduğu gün, salona neden çok erken gittiğimize gelince. Teknik olarak birçok test yapmak zorundayız. Uydu üzerinden giden hatların kontrolü, ISDN adı verilen hatların kontrolü, bize verilen kulaklık-mikrofonların çalışıp çalışmadığının kontrolü, internet ve canlı istatistik ekranı kontrolü… Bazen yeterli priz olmadığı için bile sorun yaşandığı oluyor. Bu yüzden erken gidip içimizi rahat ettirmekte fayda var. İki gündür gördüklerimiz, organizasyonun eksikleri olduğu yönünde ve biz yayını riske atamayız. Slovenler çok yardımsever, sorunları çözmek için uğraşıyorlar. Yine de garantici olmakta fayda var. Zaten ekibin başında Erkan abi varken, farklı olmasına da imkan yok.

Salona gittiğimizde Rusya idmanı var. Basına kapalı ve bu yüzden içeri giremiyoruz. Sonrasında aynı problemi İtalya idmanında da yaşıyoruz. Basına idman kapatma işi son dönemde çok popüler ve daha maçların başlamadığını düşünürsek, ilerleyen dönemde bu iş daha da artacak gibi.

Neyse, idmanlar ve testler bitiyor. Artık maç zamanı. Murat Kosova ve İhsan Bayülken anlatacak maçı, ben hemen arkalarındayım. Finlandiya taraftarı çok fazla. 100, 200, 300 derken neredeyse 1000 kişi vardı salonda. İşin ilginç yanı, çok tutkulu bir taraftar grubu var. Takımın lakabı “Wolfpack” yani kurt sürüsü. Bununla ilgili büyük bir pankart yapmışlar. Neredeyse herkeste forma var. Yüzünü boyayan bile gördüm. Turnuvanın hakkını vermiş Finlandiya. Bizden fazla gazeteci, bizden fazla taraftar… Onlar daha istekliler, bu kesin.

Maç istediğimiz gibi gitmiyor. Çok şey deniyoruz, 19 farklı beş sahada kalıyor, ancak sonuç alamıyoruz. Karşılaşma sonunda basın toplantısında antrenörümüz Bogdan Tanjeviç’e “Hücum stratejimiz neydi, neden işlemedi?” sorusunu yöneltiyorum. Finlandiya’nın iyi savunma yaptığını, bizim konsantrasyonumuzu maçın başında ayarlayamadığımızı ve hücumdaki akışkanlığımızı engellediğini söylüyor. Rakibe en baştan saygı duymamız gerektiğini, devre arasında anlayış değiştirerek Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda başarılı olunamayacağını söylüyor.

Finlandiya cephesi de çok mutlu. Teemu Ranniko “1997’den bu yana milli takımda oynuyorum. Kariyerimin en büyük galibiyeti” diyor maç için. Türkiye’nin iyi bir basketbol ülkesi olduğunu ve onları yenmek için en doğru zamanı yakaladıklarını belirtiyor. Koç Henrik Dettmann ise çok neşeli. Bir Fin gazeteci “Bu galibiyet Finlandiya tarihinin en önemli galibiyeti mi?” ve “Bu galibiyeti ilk maçta almak sizin için iyi bir şey mi, yoksa kötü mü?” sorularını soruyor peş peşe. Dettmann “Bakın, kariyerim boyunca tek bir şey öğrendim.” deyip susuyor bir süre. Salonda sessizlik. Sonra tamamlıyor: “Hiçbir galibiyet kötü olamaz. Hangi maçta olursa olsun, galibiyeti tercih ederim.”

Bizim tarafa dönünce, sorunlarımız olduğu açık. Takımın mevcut kadro yapısında “uzun beş” önemli bir hücum çeşitliliğini de beraberinde getiriyor. Oyun kurucunun yanında Hidayet Türkoğlu ve Emir Preldziç ile yarı saha hücumundaki yaratıcılık potansiyeli artıyor. Fakat sahada o potansiyeli hayata geçirmek için birkaç temelden yoksunuz. Örneğin saha içi yerleşimimiz kötü durumda. Bu rakip savunmaların yardım savunmasını daha rahat yapmasına sebep oluyor. Ayrıca oyun kurucu tercihimizdeki öncelik işin savunma kısmı olduğundan, topu taşıyan guard’ın yarı sahayı geçince direkt Hidayet’i bulmaya çalışması bize zaman kaybettiriyor. Bu iki faktör birleşince oyunu çok geç ve çoğu zaman çemberden çok uzak kurmak zorunda kalıyoruz. Sonuçta topu tutan oyuncu da bire bir zorlamak durumunda kalıyor. Avrupa basketbolunun üst düzey takımları içinde bire bir hücumlara bu kadar çok yer veren takım kalmadı. Kaldı ki Ömer Aşık, Kerem Gönlüm ve Semih Erden gibi devrilmesini bilen, Ersan İlyasova gibi perde sonrasında açılıp ceza şutunu kesebilen uzunlarımız var. Onları işin içine sokabilecek ikili oyunları deneyemedik. Üstüne üstlük Ender Arslan haricinde oyun kurucu pozisyonumuz Hidayet ve Emir’in üzerindeki bu yükü paylaşacak özelliklere sahip değil. Gruptaki direkt rakiplerimiz benzer problemleri Spanoulis-Zisis, Shved-Ponkrashov, Diener-Belinelli gibi formüllerle çözmüş durumda.

Tabii işleri sadece hücumdaki üretim sorununa bağlamak, resmin tamamını görmemize engel olabilir. Turnuvanın en iyi pota altı rotasyonlarından birine sahibiz, ancak Finlandiya gibi bir takıma 10 hücum ribaundu verip, bu kadar kısır skorlu bir maçta 10 ikinci şans sayısına sebep oluyoruz. Bu kadar fazla hücum ribaundu vermek, takımın temel hücum planını, “hızlı hücumları” da kısıtlıyor. Bu da ofansif anlamda Türkiye’yi daha tahmin edilebilir kılıyor.

Neyse, “yarın yeni bir gün” deyip Yunanistan maçına geçelim. Bu kez Murat abiden alıyorum mikrofonu. Andrea Trinchieri ilginç bir tercihle başlıyor maça. Vassilis Spanoulis oyun kurucu, yanında Mike Bramos var. Topa yön veren ikinci bir guard’la oynadığında daha verimli olan Spanoulis, şimdi yaratabilen tek isim. Bu Yunanistan’ın birkaç dakika sayı atamamasına sebep oluyor. Trinchieri hatasından vazgeçiyor ve Nikos Zisis’i oyuna alıyor. Yunanistan sonra bir kez daha arkasına bile bakmıyor… Farklı kazanıyorlar ama saha içinde bir sorun yaşanıyor. Kostas Papanikolaou kötü oynuyor ve üst üste hatalarının ardından kenara gelince sandalyesine vurup söyleniyor. Trinchieri önce görmezlikten geliyor, sonra yardımcısını gönderip Kostas’ı sakinleştiriyor. Birkaç dakika sonraki molada Papanikolaou’ya sarılıp hatalarını anlatıyor. Oyun koptuktan sonra, son yedi dakikada yeniden oyuna alıyor… Yıldız oyuncuyu idare etme dersi veriyor Trinchieri. Önce kafasına vurup, sonra havucu gösteriyor.

Yunanistan açısından rahat galibiyet oluyor. Gecenin esas maçına, İtalya-Rusya’ya geçmeden önce bir buçuk saatimiz var. Organizasyon tahmin ettiğimizden iyi çıktı. Basın mensupları için yemek servisi yaptılar, menüde spagetti ve tortellini vardı. Karnımızı doyurduktan sonra maça hazırlanırken İtalyan blog yazarı Emiliano Carchia yanımıza geliyor. Takım hakkında konuşuyoruz. Çok umutlu, özellikle Gigi Datome’nin kaptanlığa getirilmesinin takımı olumlu etkileyeceğinden bahsediyor. Trieste sınırına çok yakın olduğumuz için İtalyan taraftarı salonu doldurmuş durumda. 200 kadar Rus seyirci de tribünde, hatta bazen kontra yaparak seslerini duyuruyorlar ama nafile. Rusya, Slovenya deplasmanında İtalya ile oynuyor. Yine İhsan Bayülken ile mikrofondayız.

İtalya’nın temelleri belli. Marco Belinelli, Pietro Aradori ve Gigi Datome oksijensiz kalana kadar oynayacaklar. Travis Diener tempoyu kontrol edecek, ceza şutunu kesecek. Marco Cusin ve Alessandro Gentile de takıma enerji verip, oyunda tutacak. Ne yapabileceklerini de  ne istediklerini de iyi biliyorlar. Rusya’da aynı durum söz konusu değil. 26 farklı beşle oynadı Vasili Karasev ve hiçbirinden sonuç alamadı. Onları görünce “enseyi karartmamak lazım” diye düşünüyor insan. Rusya’yı yenebiliriz sanki…

Maç sonunda İtalyan televizyonunun yorumcusu Stefano Michelini ile Türkiye-İtalya maçını konuşuyoruz. Türkiye’nin savunmanın dengesini bozacak oyuncusunun olmadığını söylüyor. İtalya’nın yorgunluktan etkilenebileceğini, Türkiye’nin İtalya’ya karşı şansı olduğunu düşünüyor. O, bizim için bizden daha umutlu. İnşallah söyledikleri çıkar.

Gün sonunda kameramanımız Burak Mehmetefendioğlu görüntüleri merkeze gönderiyor ve salondan çıkışımız 23:30’u buluyor. Tahmin ettiğimiz gibi, tam 12 saat salonda kaldık. Dönüş için enerjimiz bitti, sahil yürüyüşü projemizi iptal ediyoruz. Hedef derin bir uyku. Akıllarda tek soru: İtalya maçı ne olacak?

* Bu yazı 5 Eylül 2013'te NTVSpor.net'te yayınlanmıştır.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Eurobasket Notları: İlk iki gün



Atatürk Havalimanı üzerinden Ljubjana’ya direkt uçuşla başladı Slovenya macerası. İlk gün genellikle teknik hazırlıklarla geçti. Canlı yayın yapmamızı sağlayacak 3G aletinin çalışması için iki farklı servis sağlayıcıdan toplam yedi internet paketi aldık. Ljubjana’nın en büyük alışveriş merkezi BTC City’yi gördük bu vesileyle. Kapalı tek bir alışveriş merkezi değil, bir alışveriş kasabası burası. İlginç bir tasarım olmuş. Şehrin tüm AVM’lerini bir yere toplamışlar. Yemekte Union Olimpija’nın Genel Menajeri Matevz Zupançiç ile birlikteydik. Bilindiği üzere Olimpija son yıllarda ciddi bir mali krizde. Son olarak transfer bütçesini iki milyon euro’dan bir milyon euro’ya düşürmüşler. Hatta Zupançiç bunu “Geçen yıl Avrupa’nın iki büyük kulübü bütçelerinde bir milyon euro’luk kesintiye gitti. CSKA Moskova 30’dan 29’a, biz de ikiden bire indirdik” şeklinde açıklamayı tercih ediyor. Kulübün durumunun daha iyiye gittiğini, özellikle borçları erittiklerini anlattı. Bu düşük bütçede neden NCAA’den yeni mezun çaylakları transfer etme yoluna gitmediklerini sordum. Çünkü (örneğin Karşıyaka’nın yıllardır yaptığı gibi) 80-100 bin dolar bütçeyle yetenekli çaylaklar transfer edilebilir ve bu oyunculardan verim alınabilir. Zupançiç “Adriyatik Ligi Yugoslav basketbolunun en saf halinin oynandığı lig. Amerikalı bir oyuncunun bu lige alışması diğerlerinden daha zor. Bir çaylağın Fransa’da ya da Belçika’da oynayıp Avrupa’ya geçiş yapması onun için de mantıklı olur. Buradaki taktik savaşına bir çaylak oyuncuyu atmak büyük risk ve bizim bu riski alacak paramız yok” şeklinde açıkladı. Hak vermemek elde değil.

Akşam Ljubjana’dan, otelimizin olduğu Portoroz’a gittik. Koper’de mücadele edecek tüm takımlar Portoroz’da kalıyor. Tam uyumak üzereyken Ömer Onan’ın basına kapalı gerçekleştirilen akşam idmanında sakatlandığı haberini aldık. Yerine Birkan Batuk davet edildi. İlk gün, ilk şanssızlık. Haftalardır “bu artık benim son Milli Takım turnuvam” diyen Ömer Onan’ın sakatlığı teknik açıdan takımı olumsuz etkilemesinin yanı sıra bu açıdan bakınca kendisi için de bir hayli üzücü oldu. Milli Takım’a bu şekilde mi veda edecek, yoksa bir turnuva daha oynayacak mı, bunu zaman gösterecek. Birkan tercihi koç Tanjeviç’in Sinan Güler’i ilk beşteki oyun kurucumuz olarak gördüğünün bir başka duyurusu gibi.

Slovenya’daki ikinci günümüze sabah idmanıyla başladık. Bonifika Arena beş bin kişilik ama boğucu atmosfer yaratmak için bire bir. Küçük şehirlere salonlar yapılırken buna benzer yapıların örnek alınması en büyük dileğim. Taraftar sahanın içinde ve direkt olarak oyuna etki etme şansları var. Slovenler çok yardımcı ama organizasyon sorunu yaşadıkları açık. Örneğin gazetecilere verilen bir “Event Guide” var. Bizim akreditasyon kartında “medya” yerine “resmi yayıncı” yazdığı için bize o kitapçıktan veremediklerini söylediler. Satın almak istediğimizde de henüz bunun için bir kasanın oluşturulmadığını ve satamayacaklarını ifade ettiler. Neyse ki bir Türk gönüllü, Yasin, orada insiyatif kullanıp bu kitabı bize verdi. Akreditasyon merkezine gitmek için salonun etrafından yürümek zorunda kalmamız, basın otoparkının hâlâ inşaat halinde olması ve çakıl taşlarından oluşması turnuvanın başlamasına bir gün kala hazırlıkların bitmediğini gösteriyordu. Neyse, olur o kadar. Neticede benzer durumları görmedik değil.

Milli Takım hafif bir şut idmanı yaptı. Antrenman eğlenceliydi, keyifler yerinde genel olarak. Ömer Onan Slovenya’da takımla kalma kararı vermiş. İnsani açıdan düşününce 49 gündür kampta olan birisinin, tedavisini İstanbul’da olup, maçları eşi ve çocuklarıyla izlemeyi tercih etmesi normal geliyor. Onan’ın bu yaptığı güzel bir fedakârlık bence. Spor Servisi programı için Ömer Onan ve Milli Takım doktoru Tahsin Beyzadeoğlu ile idman esnasında özel bir röportaj gerçekleştirdik.

Portoroz ile Koper arası yaklaşık 20 dakika. İdman sonrası otele döndük ve Bogdan Tanjeviç röportajı için hazırlıkları tamamladık. Burası Bodrum’u hatırlatıyor. Otellerin birçoğunda casino olması, sokakta limuzinlerle karşılaşma ihtimalinizi artırıyor. En büyük fark bu.

14/16 programı için Bogdan Tanjeviç ile özel bir röportaj gerçekleştirdik. Sinan Güler’i oyun kurucu oynatmasının nedeni olarak “Topa iyi baskı yaptığını ve atletizmini” gösterdi. Oyun kurma görevini de daha çok Hidayet Türkoğlu ve Emir Preldziç’e vereceğinin altını çizdi. Hücumu forvet pozisyonundan yaratacağız. Sinan’dan temel beklenti iyi savunma yapması, topu çabuk bir şekilde rakip yarı sahaya taşıması ve ceza şutlarında yüksek isabet yakalaması.

Tanjeviç ayrıca yıllardır söylediği “Turnuvaların kadrolarında 14 kişiye izin verilmeli” isteğini de bir kez daha savundu. “Ömer Onan bir gün sonra sakatlansaydı 11 kişi kalacaktık” argümanı yeteri kadar sağlam. Koç Yunanistan, İspanya ve Fransa’nın hemen arkasında Litvanya ve Türkiye’yi madalya adayları olarak görüyor. Slovenya’nın da ev sahibi avantajıyla iyi iş yapabileceğini söylüyor.

Tanjeviç röportajı bittikten sonra yeniden salonun yolunu tuttuk. Hedefimiz daha önce basına kapalı olduğu açıklanan Finlandiya idmanına bir şekilde sızmak. Finlandiya’nın basın sorumlusu içeri girmemize kesinlikle izin vermiyor. Kurallar gereği idmanın 10 dakikasını basına açmak zorunda olduklarını hatırlatıyorum, o zaman yumuşuyor ve idmanın son 10 dakikasını basına açıyor. Bundan faydalanan Finlandiya basını da (Evet, Finlandiya basını. Şaşırtıcı ama neredeyse Türkiye’den gelen basın mensuplarından daha fazla Finlandiyalı gazeteci var burada.) bundan faydalanıp içeri giriyor. Koç Dettmann’ın kimseye konuşmayacağı açıklanıyor önce. Biz konuşmak istediğimizi yineliyoruz ama sonuç yok. Tam hocanın yanına giderken, basın sorumlusu sonunda kameramanımız Burak Mehmetefendioğlu’na gidip antrenörün sadece bizimle konuşacağını söylüyor. Ben yayın kıyafetlerimle olduğum için diğerlerine oranla daha resmiyim. Dettmann kıyafetimi övüyor ve Finlandiya’dan gelen gazetecilere oranla işime daha çok saygı duyduğumu, bu yüzden bizimle röportaj yaptığını söylüyor. Anladığım kadarıyla Dettmann’ın yerel basınla başka sorunları var ve onlara laf atmak için bahane arıyor. Röportajda Tanjeviç’e ve Milli Takım’a çok saygı duyduğunu söylüyor Dettmann. “Maçın favorisi Türkiye, bizim yapabileceğimiz şeyler sınırlı.” diyor. Favori gösterilmemeyi sevip sevmediğini soruyorum, o da “sevsem de sevmesem de favori olamayız ki” diyerek durumu açıklıyor.

Röportaj esnasında Birkan Batuk geliyor. Slovenya’ya iniş yapmış ve şampiyonanın resmi fotoğraf çekimi için stüdyoya gitmek zorunda. Stüdyoya gitmek için de salona girmek durumundasınız. İdman devam ederken bir Türk oyuncunun içeri girmesi Finlandiya heyetinde bir rahatsızlık yaratıyor ve Birkan’ı salonun içinden geçiren görevliler uyarılıyor. Birkan çıkana kadar da idman durduruluyor.

Finlandiya idmanından çıkarken Yunan gazetecilerle karşılaşıyoruz. Sohbet ederken Fotis Katsikaris karşımıza çıkıyor. O da Yunan televizyonuna yorumculuk yapmak için gelmiş. Koç Katsikaris çok sıcakkanlı, röportaj teklifimizi kabul ediyor. Rusya Milli Takımı’nı neden bıraktığını sorunca “Çok konuşmak istemiyorum. Bazı prensiplerim var ve onların çiğnenmesine izin veremezdim. Bu yüzden tek çözüm istifa etmekti.” diyerek cevaplıyor. Turnuvadaki en büyük şampiyonluk adayının Fransa olduğunu söylüyor Katsikaris. Yunanistan ve İspanya’yı da es geçmiyor ama Fransa’nın çok aç olduğunu ve kazanmak için her şeyi yapacağını vurguluyor.

Röportaj sonrasında Katsikaris’le sohbetimiz devam ediyor. Konu genç oyunculardan açılınca Kenan Sipahi’den bahsediyor. Gençler şampiyonasını yakından takip etmiş. Kenan’ın özgüvenine hayran kaldığını, çok iyi bir lider olduğunu söylüyor. Zeljko Obradoviç’in onun için büyük şans olduğunun altını çiziyor. Fiziksel eksikliklerini kapattığında çok daha iyi olacağını belirtiyor.

Koper’de işimiz bittikten sonra Portoroz’a dönüyoruz. Güzel bir Meksika restoranı bulup yemek yiyoruz. Ekibin geri kalanı İhsan Bayülken, Roksan Kunter ve Murat Kosova, kaptanımız Erkan Arseven ile birlikte bugün geldi. İhsan Bayülken ile NTV’nin gece bültenine bir bağlantı yapıyoruz. Sonrasında gün bitiyor zaten. Yorucu günün ardından maçlar için dinlenme zamanı. İlk rakip Finlandiya…

* Bu yazı 4 Eylül 2013 tarihinde NTVSpor.net'te yayınlanmıştır.

19 Ocak 2012 Perşembe

17 mi olmuş, haberim yok?


Maç sonu röportajı yapmak pek kolay iş değil. Hele ki maçın kahramanı bir Türk oyuncu değilse, o gürültüde dediğini anlamak, çeviri yapmak çok zor. Ancak Duşko Savanoviç tam bir muhabir dostu. Anadolu Efes-Galatasaray Medical Park maçı sonrasında bu görev bana düştü. Gecenin kahramanı Duşko Savanoviç'le konuşurken 17 ribaund aldığını söylediğimde inanamadı. Eğlenceli röportajlar oldu, özellikle Efes hakkında çok ipuçları var. NTVSPOR.net'ten izleyebilirsiniz. Linkler şöyle:

Ufuk Sarıca
Tarence Kinsey
Duşko Savanoviç
Sasha Vujaçiç

16 Ocak 2012 Pazartesi

Transfer ve telaffuz


İlgilenenler için transfer gündeminden telaffuz bilgileri:

Anadolu Efes’in yeni transferi Zabian Dowdell: (ZAY-bee-in dow-DELL) “Zeybiyın Davdel
Galatasaray’ın transfer gündemindeki Xherdan Shaqiri: (Džerdan Šaćiri) “Cerdan Şaçîri

Baştan anlaşalım da, sonra sorun olmasın.